ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ / REALİZM
Şükrü
ŞİMŞEK
Uluslararasıİlişkiler alanındaki teorilerde realist teoriler önemli bir yer teşkiletmektedir. Dünya siyaset tarihine bakıldığında kavimlerin, devletlerin veimparatorlukların her alanında çok uzun süreleri kapsayacak vaziyette realizminetkisini görebilmek mümkündür. Realizm, uluslararası ilişkilerin kuramsalgelişimini fazlasıyla etkilemiştir. Bu teori öyle etkili olmuştur ki bu
teorinin karşı tezini savunan yeni teorilerin çıkmasına dahi neden olmuştur. Bu
büyük teorinin gelişim aşamaları içerisinde ortaya çıkan yapısalcı realizm (
neorealizm) , neoklasik realizm gibi yeni realist akımlar da uluslar arası
ilişkiler literatüründe zamanla yerini almıştır. Uygulanışı hakkında ki örnek
olayları da verilecek bu makalede realizmin siyasete etkisi ve sonuçları
değerlendirilmiştir.
Anahtar
Kelimeler: Realizm,
Klasik Realizm, Neorealizm, Realist Düşünürler
GİRİŞ
Geçmişi oldukça eskiye dayanan realizm siyasi
aktörler, akademisyenler ve hukukçular tarafından hala incelenen bir teoridir.
Realizm kelime anlamı olarak gerçekçilik kavramına karşı gelmektedir. Ancak,
gerçekçi anlamındaki realizm uluslararasındaki realizm ile aynı anlam kapsamına
girmemektedir. Realizm, uluslararası ilişkiler disiplinine göre tüm devletlerin
idealler veya ahlaki değerler yerine genel anlamda ekonomik ve
askeri güç peşinde olmasıdır. Realizm, temelde devletlerin birbiriyle işbirliği
yapmaya yanaşmayacağını, işbirliği halinde dahi öncelikli olarak kendi çıkarlarını
gözeteceğini belirtir. Bu bağlamda realist teoriler güç dengesi, çıkar peşinde
koşma gibi konularla yakından ilişkilidir. Bu teoriye göre devletlerarasındaki
işbirlikleri kısa süreli ve olayda çıkarı elde edene kadardır. II. Dünya
Savaşı ile ulus devlet anlayışının oldukça rağbet ettiği realizmin kurucuları Thucydides, Morgenthau, Machiavelli ve Thomas
Hobbes olarak kabul edilir.
Uluslararası anarşi ve güç politikası konularını teorik
düşüncesinin temeline alan Realizm felsefi anlamda Thomas
Hobbes ve Niccolo Machiavelli’nin çalışmalarına dayanmaktadır. Bu
düşünürlerin fikirlerini yazımızın devamında inceleyebilirsiniz. Milletler
Cemiyeti’nin I.Dünya Savaşı sonrası güvenlik ortamını sağlamakta yetersiz
kalması ve II. Dünya Savaşına engel olamaması uluslararası ilişkilerde realist
yaklaşıma büyük güç kazandırmıştır.[1]1046’dan sonraki devletlerarası güç
rekabetinin var olduğu Soğuk Savaş döneminde realist yaklaşım, devletlerin
güvenlik anlayışında hâkim teori konumuna gelmiştir.
Realist anlayış 1946’dan günümüze kadar uluslararası
ilişkilerde özellikle tercih edilen bir teori haline gelmiştir. Bu yazıda realizmi,
realizmin kabullerini, eleştirilerini, realizmi ortaya koyan fikir adamlarını
ve onların görüşlerini inceleyeceğiz ve realist anlayışla ortaya konan
devletlerarası realist ilişkileri inceleyeceğiz.
ULUSLAR
ARASI İLİŞKİLERDE REALİST TEORİ VE KABULLERİ[2]
Realizm,
II. Dünya Savaşı sonrası yaygınlaşan ve kabul gören bir uluslararası ilişkiler
teorisidir. Niccolo Machiavelli, Hans Morgenthau, Thucydides, Thomas Hobbes,
Kenneth Waltz, George F. Kennan, Edward
Hallett Carr Realizm’in en güçlü temsilcileridir. Realist düşünce, I.
Dünya Savaşı sonrasında başarısız olan idealizme tepki olarak ortaya çıkmış ve bütün
dünyada hâkimiyetini ilan etmiştir. Realist düşünürler, idealistleri hayalperest
ve ütopyacı olarak görürler. Var olanla değil olması gereken şeylerle
ilgilendikleri için bütün idealistleri eleştirirler.Savaşları kaybeden devlet
liderlerini gerçek,ayağı yere basan,gücün ve otoritenin etkisinin net olarak
görüldüğü planlar yapmadıkları için savaşı kaybettiklerini ifade ederler.
1950-1960’lı
yılların önde gelen realist düşünürü ve “Modern Realizm”in en önemli temsilcisi
Hans Morgenthau’dur. Morgenthau, II. Dünya Savaşı ve sonrasında oluşan siyasal
buhran ve denge ortamında güçlü devlet olmanın önemini anlamış ve ulusal çıkara
dayalı devlet yönetimlerinin başarıya ulaşabildiğini müşahede ettik onun için
bu yönteme dayalı yönetim anlayışının önemini savunmuştur. Bir devlet ne kadar
güçlü ve otoriter olursa çıkarlarına o kadar çabuk ve tartışmasız ulaşabilir
bunun dışındaki bütün uygulamalar hayalperestliktir. Belki duygusal olan
insanoğlunun hayatında hayalperestlik bir çıkış noktası olabilir ancak
devletlerin duyguları yoktur. Onların gücü ve otoritesi vardır ve ulaşmak
zorunda oldukları ertelenemez çıkarları vardır. Morgenthau’ya göre uluslararası
ortam bir güç mücadelesinin arenasıdır. Dolayısıyla uluslararası ilişkiler de
bu acımasız arenada gücün konuşturulmasıyla gerçekleştirilir. Morgenthau’ya
göre realizm altı ana ilkeden oluşmaktadır.[3]
1. İnsanoğlu yaratılışı itibariyle bencildir,
kötüdür ve acımasızdır. Uluslararası
politika insanoğlu tarafından yapıldığı için doğal olarak insanın bu
acımasızlığını ve kötülüğünü mutlaka taşır. İyi niyetle uluslararası ilişkilere
yaklaşmak dünyanın en saçma davranışıdır. Bu, idealistlerin ve liberallerin
ortala koyduğu uluslararası ilişkiler yaklaşımları tamamen ütopiklikten ve
hayalperestlikten ibarettir. Yani realistlere göre insan doğası idealist veya liberallerin
belirttiği gibi iyi değildir. İnsanlar bencil canlılar oldukları için hayatta
sadece kendi çıkarlarının peşinde koşarlar. Hatta bunu “Önce can, sonra canan” kalıbıyla atasözleri sözlüğüne
kaydetmişlerdir. Bu söz insanoğlunun bencil bir canlı olduğunun ispatı değildir
de nedir?
2.
Realizme göre uluslararası ilişkiler “ Güç” mücadelesinden ibarettir. Güç kavramı realist yaklaşımın en önemli unsuru ve uluslararası
huzursuzluk ve çatışmaların çözüm dinamiğidir. Uluslararası ilişkiler
kaynağını genellikle çatışmalardan alır ve anlaşmazlıklar genelde savaşla çözülür.
Bu savaş, bazen ekonomik, bazen siyasal, bazen de askeri unsurların marifetiyle
yapılır. Lakin realist yaklaşım genel itibari ile savaşı tercih etmez. Onlar
her zaman” Güç Dengesi”nden (Balance of Power) yanadır. Güç dengesini ancak ve
ancak kendi lehlerine bir gelişme olacaksa bozarlar. Güce önem veren devletler
genellikle büyük devletlerdir. Güç dengesi istiyor olmaları, savaştan uzak
durmaya çalışmalarının nedeni “Büyük devlet kaybederse büyük kaybeder” anlayışıdır.
İşte bunun için “Güç Dengesi” adı verilen bu uluslararası ilişkiler yaklaşımı
realistlerin en önemli siyaset yaklaşımıdır
3.
Realizm,
çıkar odaklıdır. Çıkar demek, ulaşıldığında devleti güçlü kılacak
hedeflerdir. Realistler o hedefe ulaşmak için her şeyi mübah görürler. Çıkar
devletin gücünü arttıracağı için verilen mücadele realistler için çok yüksek
derecede önemelidir. Yani saf realist düşünce, devletin çıkarlarını ve gücünü
geliştirme çabasıdır. Bir devlet mücadeleye kazanmak için girer. Kazanırsa
çıkarlarına ulaşmış olur. Bu da ancak gücü yerinde ve zamanında kullanım ile
ilgilidir. Önemli olan devletin çıkarı ise gücün her türlüsünü kullanmak
realistlerin en büyük düsturudur.
4.
Realistlere
göre devletlerin ahlakı yoktur; çıkarları ve hedefleri vardır. Realist
bir devlet anlayışına göre gücünü arttırmak, çıkarlarını gerçekleştirmek için
ahlaksızca davranmak gayet doğaldır. Çünkü insan kötüdür, işte bunun için
onlara iyi davranmaya pek gerek yoktur. Gücü gören bütün kötüler yola gelir.Bir
davranışın ahlaklı,etik olup olmaması önemli değildir;önemli olan uygulanan
gücün hedefi gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir. Machiavelli, ilk defa bu
konuda amaca ulaşmak, devletin çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaksızca,
ikiyüzlüce, bencilce davranmak mübahtır; skolâstik düşünce, kilise baskısı
çıkarlar söz konusu olduğunda göz ardı edilmelidir. Devlet yok olursa kilisenin
de yok olacağı tartışılmaz bir sonuçtur, demiştir. Realistler çıkarların önünde
durma ihtimali olabilecek şeriatı tamamen yok göz ardı etmişlerdir. Dinin
devlet için ne dediği önemli değildir, devletin çıkarları önemlidir. Din de
devletin çıkarları için çalışmalıdır, şu etik bu ahlaki ya da ahlak dışı
şeklinde devlet yönetimine müdahale etmemelidir.
5.
Uluslararası
ilişkiler özerk (otonom) bir alandır, ekonomi ve hukuk gibi bağlayıcı, devlet
egemenliğini paylaşmaya açık bir alan değildir. Her devlet kendi çıkar,
gücü ve siyasal bütünlüğü ile vardır. İşbirliği devletleri zayıflatabilir. Bu
zayıflık işbirliği yaptığın devletlerin saldırısına, müdahalesine neden olabilir.
Bu durum realistler açısında kabul edilemez bir durumdur. Realistler hayata
pesimist (olumsuz, negatif, kötümser) baktıkları için iyi niyetli bir devlet
yapısından ziyade güçlü, dokunulmaz bir devlet olmanın daha önemli olduğunu
savunurlar. İşte bu sebeple devletler uluslararası ilişkilerde işbirliği
ortaklık gibi kavramlardan ziyade çıkarcı ve güç taraftarı bir tabiat
sergilerler.
6.
Realistlere
göre ulus devlet ve onun devamı çok önemlidir. Devletin üstünde bir güç
bir otorite asla kabul edilemez. İşte bu düşüncenin tezahürü olarak
uluslararası örgütler ve bu örgütlerin devletleri bağlayıcı etkileri tam
egemenliği ortadan kaldırdığı için kabul edilemez demişlerdir. Mesela NATO,
Birleşmiş Milletler, paktlar realistlere göre gereksiz örgütler ve kuruluşlardır.
Bu tip kuruluşlar az ya da çok devletin çıkarlarını yok sayabilir düşüncesi
realistleri böyle düşündürtmüştür. Devlet başkalarının gücüyle değil kendi
gücüyle ayakta kalmalıdır. Güçlü devletlerin insanları ancak böyle güvende ve
mutlu yaşarlar. Realizm devleti küçülten sınırlayan etkisini azaltan
liberalizme ve işbirliği getirdiği mutluluk ve huzur ortamıyla devlet yönetmeyi
hayal eden idealistlere tamamen karşıdır.
Yukarıda
bahsedilen klasik realizmin en temel kanunları sırtını dayadığı, güç aldığı
fikirleridir. II. Dünya Savaşından sonra gücü devlet yönetim arenasında
hissedilen realizm karşısında liberal fikirler yükselişe geçti. Liberaller,
realizmin bu katı, insanı önemsizleştirip devlet karşısında bir hiç sayan
acımasız tavrı eleştirildi. Bu eleştiriler sonucunda Neorealizm akımı ortaya
çıktı.
NEOREALİZM
(YAPISAL REALİZM)[4]
Kenneth
Waltz’ın 1979 yılında kaleme aldığı Uluslararası Politika Teorisi (Theory
of International Politics) adlı kitabıyla neorealizmin temel yasalarını ortaya
koydu. Klasik realizmin insan faktörünü saf dışı bırakan eksikliklerini
gidermek için yazdığı bu kitapta klasik realizmin sadece ulus-devletlere
yönelik yapılan bu klasik realist teorileri değiştirmeyi amaçlayan Kenneth
Waltz, klasik realizmin dış politikadaki sınırlandırıcı ve koşullandırıcı
etkisine dikkat çekti. Neorealist yaklaşıma göre siyasi yapıyı üç ana madde ile
tekrar tanımladı. Bunu göre:
1. Devletlerarası
sistem anarşiktir. Waltz’a göre bu anarşik
uluslararası sistemde her bir devletin öncelikli amacı egemenliği ve
güvenliğini korumaktır. Bu koruma içgüdüsü sistemi konjonktürel ortamda
uluslararası durumun hassasiyetine göre kendi kendine meydana gelir. Anarşinin
temel nedeni devletlerin milletleriyle, ülkeyi ayakta tutan bütün
parametrelerle birlikte ayakta kalabilmek arzusudur.
2.
Uluslararası
ilişkilerde devletler olayın temel aktörleridir. Karar alıcıların en
etkin rol oynadığı bu durum karar alınıp uygulamaya konulduktan sonra tüm
ülkeyi ve bütün yönleri dâhil tüm devleti sorumlu kılar. Yani karar alıcılar
karı alır uygular uygulama devlete atfedilir. Karar alıcıların ince eleyip sık
dokuyarak aldıkları kararlar, uluslararası ve ulusüstü tandansta çıkarlarını
gerçekleştirmek için yapılan girişimlerdir.
3.Devletler
kuruluş amaçları idealleri düşünüldüğünde fonksiyonel anlamda aynı işlevdedirler.
Bir milletin ya da yönettiği toplumun tüzel kişiliğinin temsilcisi
durumundadır. Ancak her devletin kapasiteleri farklıdır. Kapasiteden kasıt
sahip oldukları dünyevi imkânlar teknoloji enerji nüfusu coğrafyası, askeri ve
siyasal gücüdür. İşte devletlerin bu özellikleri onları çap anlamında beş
kategoriye sokar bunlar: A)Süper Güç B)Büyük
Güç C)Orta Güç D)Küçük Güç E)Minik Güç işte kapasite budur.
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi uluslararası sistemin çıkara dayalı ilişkiler sistemi
olduğu için hep gergin ve hep bencil bir ortamdır. Bu nedenle her zaman anarşik
bir yapı hâkimdir. Anarşik yapı nedeniyle de mükemmel, kususrsuz bir
uluslararası işbirliği pek yoktur. Bazen birlikler kurulur ancak bu bile devletlerin
kendilerini sağlama alma girişimlerinin bir tezahürüdür. Yani böyle bir ortam
düşünüldüğünde ülkeler bütün parametreleriyle sadece kendilerine güvenmek
zorundadırlar. Çünkü diğer devlet partnerinin çıkarını asla
düşünmeyecektir. Göreceli kazanç ortamı bu işbirliklerinin en bariz
özelliğidir. Göreceli kazanç ise böylesine çetrefilli anarşik bir sistemde bir
devlet ancak diğer devletten daha çok kazanacaksa veya eşit ölçüde kazanıp güç
dengesi bozulmayacaksa işbirliğine yanaşmalıdır şeklindeki bir kazanç şeklidir.
Waltz’a göre güç dengesi süreklilik göstermekte; ister
iki kutuplu olsun isterse çok kutuplu olsun her ikisinde de güç dengesi
sistemin ana özelliğidir. Çok kutuplu sistemlerde söz konusu olan karşılıklı
bağımlılığın artması da istikrarı azaltan bir diğer unsur olarak
değerlendirilmektedir.
Sonuç
olarak realizme tepki ve dönemin yaşanan gelişmelerin etkisi olarak 1970li
yıllarda neorealizm akımı ortaya çıkmıştır. Neorealizm, klasik realizmin egemen
devletlerin uluslararası anarşi içinde var oldukları gibi bazı noktalarını
kabul eder. Klasik realizmden ayrımı ise insan doğası ve devlet yönetimini
konusunda daha bilimsel bir açıklama getirmeye çalışmasıdır.
KLASİK
REALİZMLE NEOREALİZMİN FARKLARI
1-Realistler
politikalar uluslararası ilişkileri devletlerarası etkileşim süreci olarak
görmekteydi. Oysa neorealistler uluslararası etkileşime bakarken yapısal ve tek
tek devletlerin kendilerinden kaynaklanan devlet düzeyindeki nedenleri ayrı
ayrı ele alıyorlar. İşte bu nedenle Waltz’a göre klasik realizm tümevarımcı,
neorealizm ise daha çok tümdengelimcidir.
2-Neorealist
Waltz’a göre ise “Güç” tek başına bir “Amaç” olmaktan ziyade, şartlar
oluştuğunda ve gerektiğinde başvurulabilecek bir “Araçtır”. Olağan üstü
durumlarda devletlerin nihai endişesi “güç” değil “güvenliktir”. Ama klasik
realizmde “Güç ve Çıkar” her şeyin önündedir. Bu iki unsur olduktan sonra
devlet birçok şeye sahip olarak düşünülmektedir.
3-Waltz’a
göre, uluslararası ilişkilerde devletlerin birbirlerine karşı tutumlarını
yumuşatmaktadır. Uluslararası ortam o devleti etkilerken devlet de uluslar
arası ortamı etkilemektedir. Klasik realistlere göre uluslar arası ortamı
devletler onların güce belirler.
4-Klasik
realistler gibi neorealistler de (Waltz da) uluslararası ilişkilere ortamını
“Anarşik yapı” olarak değerlendirmektedir. Bu durumun uluslararası düzeyde
merkezi bir otoritenin, bireyleri ve kurumların nasıl davranacaklarını
yazıldığı anayasal metinlerin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Klasik
realizmde başka bir otorite kabul edilemediği için bu hukuk sistemi devreye
giremez ve anarşik ortam devam eder. Ancak neorealistler, ortak hukuk
kurallarının bulunduğu bir otoritenin olması devletlerin bağımsızlıklarına bir
halel getirmeyeceğini aksine bu sistemle devletlerin daha güçlü olacağı ifade
etmektedirler.
5-Neorealistlere
göre de devletin üstünde bir otorite elbette yoktur, ama gerçekte devlet her
şeyi kendi başına yapamaz çünkü devletin gücü karşı tarafın gücüne bağlıdır.
Ancak gücü yettiği ölçüde otoriteyim diyebilirsin. İşte bunun için ortak
zeminde buluşabilmek “Ortak, ilgili devletlerin uyabileceği bir kurallar metni”
bağımsızlığı net olarak güçlendirmektedir. Klasik realistler ise bunun tam
tersini düşünmektedir.
6- Klasik
realizm tümevarımcı, neorealizm tümdengelimcidir.
7-Neorealizm
etkileşen birimlerle uluslararası sonuçlar arasındaki nedensellik ilişkisini
kurarken, klasik realizm sadece sonuçlarla ilgilenir.
8-Klasik
realizm devletlerin dış politikasını bilardo topu varsayımı olarak düşünür.
Neoralizm devletlerin dış politikasını devletlerin egemenlik altına alınma
korkusu olarak düşünür.
TÜRKİYE’NİN
DIŞ POLİTİKASININ REALİST BAKIŞ AÇISIYLA DEĞERLENDİRİLMESİ
Türkiye’nin kuruluş
düşüncesi idealist –liberalist bir düşüncenin tezahürüdür. Cumhuriyet de Türk
toplumunu idealist ve liberalizme götüren bir Türkiye yapısına dönüştürebilmek
maksadıyla seçilmiş bir yönetim biçimidir. Cumhuriyet ve ulus-devlet birbirini
tamamlayıp ilerleyebilecek bir organik bağa sahiptir sahip oldukları için
tercih edilmiştir. Batılılaşma ve dolayısıyla modernleşme mücadelesi işte bu
tercihin bir sonucudur. Modern, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış aydın
kendi kendini yöneten tek bir kişinin iki dudağı arasından çıkacak olanlarla kaderinin
belirlenmediği fikri ve vicdanı hür bir Türkiye için ülkenin yönü Batı’ya
döndürülmüştür. Özellikle 1920’den 2016 ya kadar kim ne derse desin Batı, Türk
toplumunun yürüdüğü anayön olmuştur. Türkiye’nin genel, büyük dış siyaset
fotoğrafına baktığımızda –dönemsel olarak Batı’dan vazgeçişler ya da ağırdan
alışlar hariç- Osmanlı’nın son dönemlerinden -1800’lerden- günümüze kadar Batı, oluşturduğumuz ana
hareket noktası olmuştur. Kendilerini en dindar nesil olarak ifade eden, bizim
köklerimiz Asya ve Ortadoğu’da, İslam geleneğinden başkası bizim kendimizi
bulacağımız yer değildir, işte bu minvalde toplumları kucaklayan Osmanlı devlet
geleneğini canlandırmalı ve Osmanlıya geri dönmeliyiz, Jeopolitik, tarihi ve kültürel
anlamda Yeni Osmanlıcılık” akımı başlatmalıyız[5] diyen,
AKP dahi Ahmet DAVUTOĞLU’nun AB toplantılarında yaptığı “AB Türkiyesiz olamaz ” ifadeleriyle, müzakere tarihi alındığında
binlerce AKP seçmeniyle “AB’den müzakere
tarihi aldık” diye balkon
konuşmaları yapıp, sabahlara kadar havai fişekler atarak eğlenceler
düzenlenmesiyle, Batı’ya dönük bir siyaset izlediğimiz düşüncesini ispatlamak
mümkündür. Kısaca AKP dahi Osmanlıya geri dönmek hayaliyle Batı’dan
vazgeçemeyişin ikilemi diyebileceğimiz garip bir resmi çizilmektedir. İşte bu
modernleşme ve batılılaşma çerçevesinde ve ülkenin diğer iç sorunlarıyla
birlikte Türkiye siyaseti şekillenmiş oldu. Kısaca günümüze kadar Türk dış
siyasetini anımsayacak olursak:
1020
-1938 ATATÜRK DÖNEMİ (REALİST YÖNETİM
ANLAYIŞI)[6]
Mondros
Mütarekesi (30 Ekim 1918)
30 Ekim 1918 tarihinde
Mondros Mütarekesi imzalandı ve İtilaf devletleri Osmanlı topraklarını işgal
etti. Kasım 1918’de İngilizler Musul’u işgal etti ve müttefik filo İstanbul’a
geldi ve 16 Mart 1920’de İstanbul resmen işgal edildi.
Musul
Sorunu (Irak
Sınırı)
İngiltere, Türkiye’nin
iç politikadaki sıkıntılarını fırsat bilerek kullanmış, 1926 yılında
gelindiğindeyse iç işleriyle uğraşmaktan dış politikaya gereken önemi vermekte
güçlük çeken Türkiye, Ankara Anlaşmasını imzalamaya mecbur kalmıştır.
Durum itibari ile yukarıda ifade ettiğimiz konularda
itilaf devletlerinin yağmacı realist bir yapısıyla karşılaşılmıştır.
Machavelli’nin devletler fırsat bulduğunda çıkarları uğruna karşı tarafı yok
etmeyi asla göz ardı etmezler ilkesiyle tam manasıyla örtüşmektedir.
Lozan
Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)
Türkiye’yi barış
görüşmelerinde İstanbul hükümeti yerine Ankara hükümeti temsil etmiştir. 30 Ekim 1922 de Osmanlı İmparatorluğu’nun
yasal varisi olarak Büyük Millet Meclisi karar almıştır ve akabinde cumhuriyet
ilan edilmiştir. Realist yaklaşım açısından bu durum incelendiğinde daha birkaç
yıl öncesine kadar birbirlerine kurşun yağdıran İngiltere, Fransa, İtalya,
Türkiye masaya oturmuş ve “Denge Politikası” ile savaşsızlık kararı alınmıştır.
Devleti ayakta tutabilmek için çalkantılı denizlerde yüzmektense sakin sularda
kıyıdan ilerleyip devletini yılardır savaşların açtığı yaralarından kurtarmaya
çalışan bir Atatürk realizmini görmekteyiz.
Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkasının Kurulması Ve Kapatılması
Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkasının Atatürk tarafından kurulup padişah ve şeriat
taraftarlarının burada yuvalanması ve birçok bölgede ayaklanmalar çıkarmaları
sonucu Takriri Sükûn kanunun çıkarılıp istiklal mahkemeleri marifeti ile askeri
güç kullanarak ayaklanmaları bastırması ve partiyi kapatması tam bir realist
yaklaşımın sonucunda alınan kararlardır. Özellikle devletin gücünü kaybetmemesi
ve düzenin bozulmaması için gücün kullanılması realist bir yönetim anlayışının
tezahürüdür.
Batıcı reformlar ışığında 1924’te Halifeliğin
kaldırılması, 1926’da Medeni Kanunun kabulü, 1928 Harf devrimi ve Anayasa’dan
“…dini İslam’dır” ibaresinin kaldırılması realist anlayışla alınmış olan
kararlardır. Amaç devleti ve milli egemenliği zafiyete uğratacak her şeyi
ortadan kaldırmak ve güçlendirecek olan unsurları da ivedilikle devlete dâhil
etmek realist yaklaşımın açık bir göstergesidir.
1938
-1950 İNÖNÜ DÖNEMİ (REALİST YÖNETİM
ANLAYIŞI)
II.
Dünya Savaşı
1 Eylül 1939 da
Almanya’nın Polonya’yı işgaliyle başlayan 2.Dünya Savaşı 8 Mayıs 1945 de bitti.
Türkiye için iki önemli hedef savaşa girmemek ve işgale uğramamaktı. Türkiye 2.
Dünya Savaşında tarafsız kalmadı, sadece savaş dışı kaldı (İngiltere’nin
oluşturduğu müttefiklerden yana bir durum). Üçlü ittifak İngiltere ve Fransa
ile yapılmıştır. Realist devletlerin genel yapısı savaştan ziyade Denge
siyasetiyle mevcut durumu korumaktır.
Varlık
Vergisi
Devlete kaynak bulmak,
piyasadan para çekip enflasyonu frenlemek ve özellikle azınlıklardan alınan
servet vergisidir. Vergilendirilmemiş büyük servet üzerinden bir defaya mahsus
olarak alınır, itirazı ve temyizi yoktur. Devletin ayakta kalması için insanını
dahi yoksayan bir realist yaklaşım net olarak görülmektedir.
İkinci Dünya savaşı sonu dünyası uluslararası
ilişkiler açısından çok büyük değişikliklere tanık oldu. Avrupa artık
başatlığını yitirdi ve dünya iki kutuplu sistemle tanıştı. (ABD ve SSCB) Türkiye
Denge siyasetinde ABD ye yaklaşmaya başladı.
NATO
ABD Truman Doktrini ile
(Komünizmin yayılmasını engellemek için SSCB’yi çevreleme politikası )
Türkiye’ye askeri yardımda bulundu ve Türkiye Sovyet tehdidinin de etkisiyle
batı bloğundaki yerini almak için 1949’da kurulan Nato’ya 1952’de üye oldu. Devletin
güvenliğini sağlamak realistler için en önemli meseledir. Türkiye de işte İnönü
döneminde sert realist politikalarla güvenlik konusunda bu girişimleri
gerçekleştirmiştir.
1950-
1960 MENDERES –BAYAR DÖNEMİ (LİBERAL
YÖNETİM ANLAYIŞI)
Bundan önceki Dönemlerin politikaları gereği realist devlet anlayışı
artık eleştirilmiş ve bu karşıtlık liberallerin Türkiye’de iktidar olmasını
sağlamıştır.
1960
-1980 MGK ETKİSİNDE DEMİREL VE ASKERİ
REALİZM DÖNEMİ[7]
BM 1945’te kuruldu.
Güvenlik Konseyi büyük devletlerin dengesini yansıtacak biçimde kuruldu ve
Genel Kurul’da ABD ağırlığı BM’nin genel dengesini bozdu. ABD ve SSCB etrafında
kümelenme oluştu ve bu iki kutuplu dünya yaklaşık 20 yıl dünya politikasında egemen
oldu. 1947 den sonra somutlaşan Soğuk Savaş dönemi yaşandı. Türkiye bu dönemde
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi ile denge siyaseti yaparak devletin
güvenliğini korumaya çalışmıştır. ABD’ye bu siyaset gereği yakın durmuştur.
NATO’ya
Giriş[8]
ABD Truman Doktrini ile
(Komünizmin yayılmasını engellemek için SSCB’yi çevreleme politikası)
Türkiye’ye askeri yardımda bulundu ve Türkiye Sovyet tehdidinin de etkisiyle
Batı bloğundaki yerini almak için 1949’da kurulan NATO’ya 1952’de üye oldu,
daha önce iki kez müracaat ettiği halde üyeliğe kabul edilmedi. (Türkiye üye
olmak için Kore’ye asker gönderdi ve 721 şehit verdi) Realist yaklaşımın en
bariz özelliği güvenlik konusunda çok titiz olan bir yönetim anlayışı
olmasıdır.
Türkiye’nin NATO’ya girmesinde Sovyet tehditlerinin
etkisi vardır. Aynı zamanda NATO üyeliğinin Türkiye’ye demokratik kazanımlar
getireceği düşüncesi AB üyeliğinde olduğu gibi birçok vatandaş tarafından
desteklenmiştir. Sovyetlerin tutumu bir süre sonra değiştiği için Menderes
(Batıdan aldığı krediler azalınca) Moskova gezisi planlamış ve darbeden dolayı
gidememiştir. Bu durumu değerlendirdiğimizde önceden tehdit oluşturan
Sovyetlerin anlaşma zemini bulunca fırsatı hiç kaçırmak istemeyiş tam machiavellist
tarzdaki realist bir yaklaşımdır.
27
Mayıs 1960 Darbesi
27
Mayıs 1960 askeri darbesi Türkiye’de kötü bir alışkanlığın başlangıcı oldu,
1971, 1980 ve 1997 askeri müdahalelerinin de yolunu açtı. Bu dönemdeki
subayların birçoğu daha sonraki darbelerde aktif yer aldılar. Realist,
jakoben,baskıcı zihniyet bu darbeyi ve sonrakileri de beraberinde getirdi.
Uluslararası Ortam (Soğuk Savaşın
Yumuşaması)
1960’lar
ve 70’ler ortamı Türkiye gibi ülkelere ciddi bir göreli özerklik sağlayan bir
atmosfer sundu. Bu dönemde iki kutuplu dünya sistemi devam etti. Bununla
birlikte sistemin katılığı azalınca yumuşama (detente- detant) başladı.
ABD’de Polonya,
Macaristan ve Yugoslavya’ya finansman sağladı. Türkiye’de bu yumuşama
ortamından ekonomik olarak istifade etmiştir. Çıkarları etrafında güçlenme
mücadelesi içindeki bir Türkiye bu dönemin en belirgin resmidir.
Cezayir’e
Self-Determinasyon Tanınması
1960-1980
dönemi Türkiye gibi bir Orta Büyüklükte Devlet için gerçek bir göreli özerklik
devri oldu. DP politikalarının antitezi olarak BM Genel Kurulunda Cezayir’e
self-determinasyon tanınması ilk kez desteklendi. İşte bu tavır bencil bir
machaevelist bir anlayışın görüntüsüdür.
12 Mart
1971 Askeri Muhtırası
Askeri vesayetin ve
darbe zihniyetinin gölgesinde yaşana dönemin en önemli olayı 12 Mart 1971
tarihli askeri muhtıradır, çünkü Türkiye’de bir kez daha demokratik yaşam
sekteye uğramıştır. En keskin biçimde toplum sağ ve sol olarak ikiye
ayrışmıştır. 1980 yılına kadar sokak hareketleri yüzünden yüzlerce genç
hayatını kaybetmiştir. Darbeci zihniyet realizmin en arsız ve acıtıcı tavırları
ile yönetime hep müdahale etmiştir.
1974
Kıbrıs Barış Harekâtı[9]
Türkiye
1967 bunalımında iyi bir ders aldı çünkü adaya müdahale için askeri yeteneği
olmadığını anladı ve hazırlık yapmaya başladı. Fakat Makarios-Albaylar Cuntası
(ABD destekli) karşıtlığından yararlanamadı. 1973 seçimlerinden sonra söylem
olarak Batı ve ABD karşıtı olan CHP-MSP koalisyonu iktidara gelince, Türkiye,
askeri açıdan müdahaleye hazır olduğu gibi siyasal olarak da müdahale
edebilecek bir iktidara sahip bulunmaktaydı.
15 Temmuz 1974’te Yunan subaylara bağlı birlikler
Makarios’un sarayını bombalamaya başladı ve Makarios ABD’ye kaçtı. Adadaki
anayasal düzene bir Yunan müdahalesi olduğunu öne süren Türkiye 20 Temmuz
1974’te Kıbrıs’a asker çıkardı. İşte bu harekât devlet çıkarlarını korumak ve o
bölgedeki Türk güvenliğini sağlamak için düşünüldüğünde tam manasıyla realist
bir durumu örneklemektedir.
1980-1993
TURGUT ÖZAL DÖNEMİ (LİBERAL YÖNETİM ANLAYIŞI)
Bundan önceki koalisyonlar ve iktidarsızlık dönemlerindeki politikaları
gereği realist, jakoben, baskıcı, darbeci askeri devlet anlayışı artık
eleştirilmiş ve bu karşıtlık liberallerin Türkiye’de iktidar olmasını
sağlamıştır. 7 Aralık 1983’te ANAP Genel Başkanı Turgut Özal,
Kenan Evren tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Özal 13 Aralık 1983
ila 17 Nisan 1993 tarihleri
arasında görev başında kaldı.
1993-2002
KOALİSYON HÜKÜMETLERİ DÖNEMİ VE MGK REALİZMİ[10]
28
Şubat Süreci
28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı
sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve irticaya karşı olduğu iddia edilen,
ordu ve bürokrasi merkezli süreçtir. Türkiye siyasi tarihine geçen kararlar ve
kimilerince bir dönüm noktası olan bu kararların uygulanması sırasında
Türkiye'de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda yaşanan değişimlere
neden olan bir süreçtir. Darbeci zihniyetin aldığı machaevelist bir yaklaşımın
tezahürüdür. Güç için karşı tarafı yok etme benciliğinin diğer ifadesidir 28
Şubat.
2002
2009 GÜL –ERDOĞAN LİBERAL YÖNETİM ANLAYIŞI[11]
“Sessiz Devrim” adındaki bir çalışmayla AKP’nin
2002-2012 yılları arasında yapılan bütün reformların listesi ve anlatımı
yapılmıştır. Bunlardan bazıları:
Anayasa reformları yapıldı 2005-2005
Din-dil-ifade özgürlüğü hakkında yapılan çalışmalar
Kürtçenin kullanımıyla alakalı girişimlerde bulunuldu.
PKK-Abdullah Öcalan ile çözüm süreci kapsamında
çalışmalar yapıldı.
Emniyette ve askeriyede işkence karşı çalışmalar
yapıldı.
Parti kapatma yasası kaldırıldı
DGM ler kaldırıldı.
Bu ve bunun gibi çalışmalar
yapıldıktan sonra Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildi Ahmet DAVUTOĞLU AKP ‘nin genel
başkanı oldu. Ahmet DAVUTOĞLU’nun başbakan seçilmesinde yazdığı Stratejik
Derinlik kitabının büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Realist bakış açısıyla
yazılmış olan bu kitap Ahmet Davutoğlunu tercih edilir kılıyordu. Çünkü realist
bir yönetim gerçekleştireceği sinyallerini “Çalışan bir cumhurbaşkanı
göreceksiniz” ifadeleriyle belirten Erdoğan, kimi başbakan olarak tercih
edeceğinin de açıkça ortaya koyuyordu.
2009-2016
ERDOĞAN-DAVUTOĞLU REALİZM YÖNETİM ANLAYIŞI
2011-
2016 Arap Baharı - Suriye Meselesi
Baharın başladığı ilk
dönemlerde istibdat yönetimlerindeki Arap halkının Türkiye tarafından
desteklenmesi olumlu etki bırakmıştır.
İslam dünyasındaki ilk
ve tek laik ve demokratik ülke kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisi
için benimsediği siyasal rejim olan demokrasinin yavaş yavaş Arap ülkelerine de
yayılmaya başlaması bölgede Türkiye’yi doğal olarak ön plana çıkardı.
Türkiye’nin Müslüman kimliği ve demokratik siyasal rejimi ile Batı
dünyası tarafından Arap ülkelerine rol-model ülke olarak gösterilmesi, dış
basında da Türkiye’ye yönelik ilgiyi arttırdı.[12]
·
Tunus’ta seçimleri kazanan Ennahda
Partisi lideri Raşid El-Gannuşi kendisine Recep Tayyip Erdoğan’ı örnek aldığını
belirtiyor, partinin önemli isimlerinden Abdülhamid Cilasi ise “Erdoğan bizimle
aynı dili konuşuyor, bu yüzden o konuştuğu zaman dinliyoruz” diyor.[13]
İlk başlarda bu halde gelişen Arap Baharı, Suriye’ye
sıçradığında komşu Suriye ile denge politikası içinde yaşayan ve ülkesinde bir
tane bile Suriyeli mülteci bulunmayan Türkiye, Amerikan politikalarının
etkisinde hareket eden Sayın Erdoğan’ın bir sabah Eset gitmeli, katil Eset,
halkına zumeden Eset, sıfatlarının ifade edildiği sözlerle güne merhaba dedi. Türkiye
Suriyede yapılan kıyıma duyarsız kalamaz onun için Eset rejimi yıkılmalıdır ifadeleri
resmen kullanıldı.[14] Machiavellist bakış
açısı ile değerlendirildiğinde güç dengesi bozulduğunda karşıdaki Müslüman
kardeşi dahi olsa, Suriye’de çıkacak olan yangın Türkiye’yi de ateşe çekecek
bir durum da teşkil etse, tek adam, lafının üstüne laf söylenmeyen lider olarak
kendini değerlendiren Erdoğan komşusuna düşmanca tavır sergilemeyi doğal bir
davranış olarak gördü. Bu düşmanca yaklaşımı dünya kamuoyuyla Amerika’nın
müttefiki olarak ifade ettiği de ortadaki net bir durumdur.Hiçbir hakkı yokken Suriye’nin
içişlerine müdahale eden Erdoğan, Türk
askerini ve halkını kendisini Suriye’nin koruyucusu ve müttefiki ilan Rusya ile
savaş konusunda karşı karşıya getirdi.Hal böyle olunca yüksek ihtimal ABD ve
Rusya’nın bölgedeki dengeyi şekillendirmede gizli bir görüşmesinin olduğunu
düşünüyoruz. Bu görüşmeden sonra ABD’nin bölgeden çekilmesi Türkiye’yi bu
bataklıkta Rusya ile karşı karşıya bıraktı. Suriye'nin toprak bütünlüğünü
tehdit eden "B Planı" senaryoları, Ankara'yı harekete geçirdi. Fakat
girişimlerin ardından ABD plandan vazgeçti.[15] Ve
yine ABD ne kadar güvenilmez bir devlet olduğunu tekrar ispat etmiş oldu.
ABD’nin bölgeye
gelişini idealist ve liberal bir tavır olarak gören çevreler de vardır. ABD’nin
Suriye ve Ortadoğu politikasındaki realist, çıkarcı, bencil, ahlaksız tavrını
görmemek mümkün değildir. Uluslararası sulardan geçerek, sınır komşusu olmayan
bir bölgeye askeri varlıklarını göndererek gözdağı vermesi, H.J.Morgenthau'nin
"Statükonun zor kullanarak değiştirilmesi " ve "Bir ülkenin bir
başka ülkeye doğru yayılması olarak değerlendirilebilir.[16] ABD’nin bölgeyi yine acımasız bir mandacılık
zihniyetiyle şekillendirmek istemesi I.dünya savaşından bu yana bu jandarma
tavırdan vazgeçmeden uluslararası ilişkilere çıkarcı zihniyetle müdahale etmesi
Suriye meselesinde de idealist ya da liberalist yaklaşmadığının, aksine
“Değerli Ortadoğu” söz konusu olduğunda daha da machiavellist yaklaştığı büyük
bir kanıtıdır.
Bu konuda başka bir
ispat da şudur: İdealisler ve liberaller insanın yaşaması, huzuru ve barışın
tesisi konusunda önayak olurlarken, örgütler kurup bölgesel barışın peşinde
koşarken ABD’nin böyle yaklaşmadığını net olarak görebiliyoruz. ABD’nin
Suriye’ye idealist ve liberalist yaklaştığını söyleyenler birbirini katleden
Müslümanların iki kesimine de ( Eset
taraftarları ve muhalifler ) silah satmaktan geri durmayan bir ABD tavrını göz
ardı ediyorlar demektir. Burada Müslümanların birbirini öldürmesini, yaşam alanlarını
perişan etmesini düşünmeyen ABD’nin, sadece gerilimi tırmandırıp bölgede
Türkiye gibi yeni aktörler icat ederek bölgeyi güçsüzleştirip, bölüp
parçalayarak çıkar ve güç elde etmek ve Ortadoğu’da en ufak bir direnç
kalmamasını tesis etmek peşinde olduğu net olarak görülmektedir. Şimdi soruyoruz:
Bu anlattıklarımızdan sonra ABD, Suriye’ye idealist ve liberal bir tavırla mı
yoksa tam manasıyla realist, machiavellist bir tavırla mı müdahale etmiştir?
Sonuç olarak Türkiye,
Amerikan politikalarının bölgedeki aktörü olmuş ancak kurşunu kendi ayağına
sıkmıştır. Bunu Güç dengesinin lehine bozulduğunu, Amerika’nın sonuna kadar
Türkiye’nin yanında olacağı hayalini kuran tek adam Erdoğan’ın şahsi politika
stratejisi gerçekleştirmiştir.
REALİZM
TEORİSİNE KATKIDA BULUNAN DÜŞÜNÜRLER
THUCYDİDES[17]
Realizm’in
en eski temsilcisi Thucydides’tir.
Thucydides M.Ö. 400’lü yıllarda “Pleponezya Savaşları” adlı bir kitap
kaleme almıştır. Bu kitapta M.Ö. 5. yy’da Atina ile Sparta arasında yapılan
savaştan söz edilir. Pleponezya Savaşları adlı çalışmasıyla realist literatüre
yaptığı katkıyla realist okulun ilk mensubu olarak bilinen Thucydides (MÖ
471-400), Sokrat ile Aristo arasındaki dönemde yaşamıştır. Sparta ve Atina
arasında yirmi beş yıl süren savaşın yirmi bir yılının ele alındığı çalışması,
askeri ve siyasi güç mücadelesinin en iyi yansıtıldığı realist anlamdaki ilk
örnek çalışma niteliğindedir.[18]
Thucydides’e
göre savaşın nedeni Atina’nın güçlenmesinin Sparta’da yarattığı kuşku ve
güvenlik kaygısıdır. Sparta Helen dünyasındaki egemen konumunu kaybetmek
endişesine kapılmış ve gücünü arttırmaya ve ittifaklar oluşturmaya dönük karşı
önlemlere başvurmuş. Yani güç ve çıkar ilişkisine yönelik bir kitap olduğu
ortadadır.
NİCCO MACHİAVELLİ[19]
Nicco
Machiavelli (1469-1527)siyaset felsefecisidir. 16. yüzyıl İtalya’sında
yaşamıştır. Floransa Cumhuriyeti’nin 1512’de yıkılmasına kadar bürokrat ve
diplomat olarak görev yapmıştır. Nicco Machiavelli’nin en ünlü yapıtı
“Prens”dir. Türkçe’ye Hükümdar olarak da çevrilen bu eserin orijinal adı “The Principe”dir.
Bu kitapta Machiavelli hükümdara bazı öğütler vermektedir. Nicco Machiavelli’ye
göre:
İnsanı
zorunda kalmadığı sürece iyilik yapmaz. Prensin kendi güvenliği için savaşmayı
öğrenmek zorundadır. Savaş bir sanatıdır.
Güçlü
ve iyi bir devletin kusursuz kanunları ve muhteşem bir ordusu olması gerekir. Güçlü
ordu olmadan güçlü kanunlar olamaz, iyi ordunun olduğu yerde ise iyi kanunlar
olmalıdır.
Machiavelli’ye
göre, silah önemlidir çünkü silah, güç ve otoriteyi sağlayan vitrin demektir. Bütün
silahlı peygamberler muvaffak olmuşlar, silahsız peygamberler bakıldığında
yenilgiye uğradıkları görülmektedir. İnsanoğlu fıtrat olarak kişileri elde
ettikleri sonuçlara göre değerlendir. Sonucu başarılı olan iyi başarısız olan
kötüdür zihniyeti hâkimdir. Sonucu oluşturan koşullarlarla, vasıtalarla
ilgilenmezler direkt sonuç önemlidir. Durum “ Hatice’ye değil neticeye bakma”
noktasında görülür.
Başarıya
ulaşmak için kullanılan her ne varsa hepsi mubahtır. Machiavelist fikir
aynasında ahlaksızca yapılan bir işin görüntüsü eğer sonuca götürecekse, çıkara
ulaştıracaksa hep güzeldir ve tercih edilmelidir. Devletler etik davranışı
gözetip yıkılıp yok olduğunda mı daha iyidir yoksa gerektiğinde ahlaki olmadan
davranıp ülkesini yok olmaktan kurtardığında mı daha iyi iş yapmış demektir? Yıkıldık ama en etik biz davrandık Machiavelli’nin
asla yöntem olarak göremediği aptalca bir durumdur. Devlet, skolâstik
düşünceden, şeriattan, kiliseden kendini ayırmadan başarıya ulaşması oldukça
zordur. Çünkü çıkarlara ulaşma konusunda din, ahlaki ya da etik davranışın
faziletinden bahsederek bu çıkarların önüne bir engel olabilir ve devlete
kaybettirir; işte bunun için din ve devletin ayrı yollarda ilerlemesi gerekmektedir.
Devletin dini, ahlakı, etiği, iyilik yapma gibi fazilet dolu yaklaşımları
olmaz, olamaz, olmamalıdır. Devletin sadece gücü ve çıkarları vardır. Nicco Machiavelli
işte bu fikirleri ifade ettikten sonra “Machiavellizm” bir terim olarak ortaya
çıkmıştır. Bu nedenle “Amaç, Aracı Aklar”
diyen bir anlayışı temsil eden “Machiavellizm”
bazılarına göre yüz kızartıcı bir terimdir. [20] Machiavelli’ye
göre, devletin varlığını sürdürme kendini geleceğe taşıyabilme ve hayatta kalma
amacı diğer tüm amaçların önünde gelir.
THOMAS
HOBBES[21]
İngiliz
siyaset felsefecisi Thomas Hobbes (1588-1674) Leviathan (En Üstün Yönetici Ya Da Devlet Otoritesi) adlı kitabı yazmıştır. Kilisenin devlete bağlı
olmasını savunmuş olsa da “Vatandaşları için barış ve güven ortamını sağlayamayan
tüm hükümetlerin hızla başka bir hükümetle değiştirilmesi” fikrini savunmuştur.
Leviathan
adlı kitap, siyaset alanında ilk genel teori kitabı olarak kabul görmüştür. Aynı
Machiavelli gibi Hobbes’un da insan doğasına yaklaşımı pesimisttir (olumsuz,
negatif, kötümser). Hobbes, insanın varlığını devam ettirme güdüsünün bütün
eylemlerinin belirleyicisi olduğunu savunur. Yani insan ne yapıyorsa onu mutlaka kendi
hayatının devamını sağlamak için yapıyor düşüncesidir. Bu varlığı koruma
güdüsü, insanları bir sözleşmeyle güvenlik duygusunu ve tedbirlerini bir
egemene devretmelerine yok açmıştır. Bu egemen devlettir. İşte bu devrediş
vatandaşlık kavramını ortaya çıkarmıştır.
Hayat herkesin herkesle
mücadele ettiği, savaştığı; kuşku, korku ve şiddetin söz konusu olduğu, oldukça
güvensiz bir ortamdır. İşte bu sıkıntılı ortamdan kurtulmak için şahsi
yetkilerden vazgeçerek bu yetkileri Leviathan’a (En Üstün Yönetici ya da Devlet Otoritesi) devrederek “commonwealth”
(İngiliz milletler topluluğuna verilen isimdir) oluşturdular. Commonwealth, tüm yetkileri
kullanan egemenin (leviathan) bu konuda sorumsuz olduğunu kimseye hesap vermek
gibi bir sorumluluğunun olmadığı, sınırsız ve mutlak egemenlik anlayışı ile
leviathan’ı gerçekleştirdiğini ifade eder.
Macliavelli’nin
fikirlerinde olduğu gibi Hobbes için de “Hakkın
Kaynağı Güçtür”. Yani güçlü olan haklıdır. Zor ve güç kullanmak ve hile yapmak savaşta yapılabilecek doğru
olan iki elit şeydir. İnsanı aynı Macliavelli’de olduğu gibi bencil,kötü,
bencil ve ahlaksız olarak görür. Dini
baskının kabul edilemeyeceği gerçeğini savuna Hobbes, tam seküler bir düşünce
yapısına sahiptir.
Hobbes
için önemli olan Lanieathan’ın egemenliğinin tartışılmaz olması ve bütün
bireylerin tüm yetkilerini Lanieathan’ta devretmiş olmasıdır. Devletin
yıkılması halinde toplum yeniden savaş durumu olan doğa durumuna geri döner ve tekrar
üstün bir otorite çıkarıp tüm yetkilerini bu otoriteye devreder.[22]
Hobbes’a
göre de uluslararası ilişkiler anarşik bir yapı arz eder. İşte bunun için
devlet tüm yapılarıyla birlikte var olmalı ve güçlü olmak için elinden gelini
yapmalıdır.
HANS JOACHİM MORGENTHAU[23]
Uluslararası
ilişkiler alanında yaptığı çalışmalarla tanınan Alman-ABD'li akademisyen ve Realizmin
en önemli temsilcilerinden Hans J. Morgenthau (1904-1080), diğer realist fikir
sahiplerinde olduğu gibi devletin sahip olduğu kapasitenin-gücün o devletin dış
politikasının belirlenmesinde ve uygulanmasında çok büyük öneme sahip olan bir
faktör olduğunu belirtmiştir. Devletin kapasitesinden kasıt o devletin coğrafyası,
doğal kaynakları, endüstriyel varlıkları, askeri imkânları ve nüfusu ..vs önde
gelen önemli unsurlarıdır. Bu unsurlar maddi olup kapasiteyi nicel yönden
etkilemektedir. Bir de manevi açıdan kapasite vardır bu kapasitenin unsurları
ise ulusal moral, ulusal karakter, diplomasinin niteliği, tarihi, hükümetin
niteliği ve devlet adamlarının olaya hâkimiyeti gibi durumlardır. Morgenthau da
diğer realist düşünürler gibi gücün çok önemli bir varlık unsuru olduğu, Güç
denilen unsurun bir devlet için asla vazgeçilemeyecek bir dinamik olduğu,
devleti devlet yapan en önemli unsur olduğunu ifade eder. Güç barışın
korunmasında en etkin unsurdur ifadesini kullanmıştır.
Morgenthau’ya
göre uluslararası diplomasinin ve barış ortamının devam ettirilebilmesi için
aşağıdaki diploması prensiplerinin sürekli göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Bunlar:
1.
Devletlerin uluslararası ilişkiler politikası “Ulusal çıkarlar” etrafında
oluşturulmalıdır.
2.
“Güç” devletin en önemli unsurudur ve dış politika “Güçle” desteklenmelidir. Ki
hedeflere ulaşılabilsin.
3.
Uluslar arası arenada iletişim halindeki devletler dış politikalarına empati
yaparak başkalarının gözüyle de bakmalılardır ki potansiyel olarak kendilerinin
hangi noktada olduklarını görebilsinler.
4.
Anarşik durum uluslar arası ilişkilerde kaçınılmaz bir vakadır. Devletler büyük
sorunları ortaya çıkarmamak ve barışı tesis edebilmek için kendileri adına hayati
olmayan konularda uzlaşma yanlısı olmalıdırlar. Ki denge devam edebilsin.
Hans
J. Morgenthau çalışmalarını bilimsellik kaygısıyla yürüttüğü için realizmi düşüncesini
sistematik hale getirmeye çalışmıştır ve çalışmaları sonunda realizmin 6 temel
ilkesini oluşturmuştur. [24]
Yukarıda klasik realizm anlatılırken bu maddelere geniş olarak değinmiştik.
Hatırlamak amaçlı bu ilkeler kısaca tekrar ifade edelim.
1-Siyasal
Gerçekçilik: Siyasetçiler bulundukları nüfuzun
toplumsal yasalarını gözetmek zorundadır. Şöyle ki bir siyasetçinin bulunduğu
toplumdan farklı olarak beslediği kanaatler elbet olabilir. Fakat bunları
hayata geçirirken son derece dikkatli olmalıdır. Bulunduğu siyasi ortamın
gereğini düşünmelidir.
2-Çıkar:
Siyasetçi başında bulunduğu toplumun çıkarını hiyerarşisinin tepesine
koymalıdır.
3-Güç:
Siyasi gerçekliği önemsemek, onu değiştirmemek anlamına gelmez. Ancak siyasetçi
kişisel kanaatlerini gözetirken bile onu siyasal gerçeklik ile harmanlamalıdır.
Bu konuda onun en büyük silahı güçtür. Güç ne kadar fazla olursa siyasal
gerçekliğin değişmesi bir o kadar kolay olur.
4-Ahlak:
Siyasetçinin ahlakı bireyler gibi olamaz.”Gerekirse herkes iyilik için yansın”
diyemez. Onun ahlakını bulunduğu toplumun güvenliği oluşturur.
5-Ilımlılık:
Siyasetçi için bulunduğu toplumun çıkarı egemen olsa dahi özellikle
uluslararası alanda taviz vermeden egemenliğini arttırmamalı. Aksi takdirde bu
güvenlik sorunu doğuracaktır. Çıkarların maksimize edilmesi elzemdir. Lakin
çıkarlar uğruna yapılmış davranışlar sonucunda düşmanlık kazanılmamalıdır.
6-Siyasal
Olan ile Olmayan Arasındaki İlişki: Siyasetçi politikasını
meşru kılmak için etik değerleri, hukuku vs kullanmalıdır. Gerekirse aslında
çıkarı uğruna savaşırken bunu sevimli kılabilmek için bu aktörleri
kullanmalıdır. Din için savaşıyoruz, hukuk için hak için savaşıyoruz ya da tüm
ezilenler için savaşıyoruz diyebilmelidir.
KENNETH
NEAL WALTZ[25]
Kenneth
Neal Waltz, Amerikalı siyasetçi, Kaliforniya Üniversitesi'nde ve Kolombiya
Üniversitesi'nde okumuş ve Kore Savaşı'nda veteriner olmuştur. Neorealizmin (Yapısal)
realizmin kurucusu Kenneth Waltz’dır.
1979’da yayımlandığı “Theory of International Politics-Uluslararası İlişkiler
Teorileri ” adlı kitabı bu dönemin uluslararası ilişkiler teorileri üzerine yazılan
en etkili çalışması olmuştur. Bu kitapla Waltz Klasik realizmin bazı
durumlarını eleştirmiş önerilerde bulunmuştur.[26] Waltz’a
göre, uluslararası ilişkilerde çok önemli olduğu tarşılmayacak bir konu, bir
teori varsa bu kesinlikle “Güç Dengesi Teorisi”dir. Kaç devlet olursa olsun bu
teori her zaman dünya var oldukça geçerli olacaktır.
Waltz’ın
neoreaalizm adını verdiği düşüncelerinin kısaca özetini ifade edecek olursak:
1.
Uluslar arası ilişkilerde ya da iç politikada bir devleti ya da devletleri
harekete geçiren şey onların “Çıkar”larıdır.
2.
Uluslararası ortamda rekabet kurallarının düzenlenmemiş olması bu çatışmaların
ana nedeni olup uluslararası politikayı gerekli kılmıştır. İşte bu sebeple
çıkarlar üzerine yapılan çalışmalar, hesaplar, devletlerin akılcı politikalar
üretmesine neden olmaktadır.
3.
Politikaların başarılı olup olmadığı sonuca yansıyan duruma göre
belirlenmektedir. Hedefe çıkara ulaşıldıysa başarı vardır. Karar doğru uygulama
yerindedir. Yakalanan bu başarı ise devletlerin varlıklarını sürdürmeye ve daha
da güçlenmeye vesile olmaktadır.
4.
Waltz, anarşi olgusunu uluslararası ilişkilerin bir nedeni olarak görmektedir.
Yani devletlerin dış politikasını anlamada ve açıklamada önemli bir çıkış
noktası anarşidir.
5.
Devletlerarasındaki çatışmalar, beceriksiz liderlerin yaptığı hatalardan, bilgi
ve tecrübe eksikliğinden, olayları yanlış okumasından, eğitimsizlikten, devletlerin
sosyo-politik yapısından ve tarihi nedenlerden kaynaklanmayıp tamamıyla doğal
ve konjonktürel bir durumdur.
6.
Klasik realizmle yönetilen devletler güç mücadelesi konusu yoğunlaşırken,
neorealizm etkisindeki yönetimler uluslararası yapıdaki anarşik durumlar
üzerinde durmaktadır.
SONUÇ
Uluslararası
ilişkiler biliminde1940’lı yıllardan itibaren gücünü hissettiren realizm akımı 20.
yy.la gelindiğinde en çok rağbet gören paradigma haline gelmiştir. Uluslararası
ilişkilerde, devletlerarası ilişkileri en iyi şekilde açıklayan ve devletlerin amaçlarını,
güç, güvenlik, ulusal çıkar açısından en gerçekçi şekilde analiz eden yaklaşım
realizm olmuştur. II. Dünya Savaşından sonra gelişen bu paradigma soğuk savaş
döneminin geçerli tek paradigması olma özelliğinin yanında zamanla realizme
eleştirel düşüncelere de kaynaklık etmiştir. Yani farklı fikir akımlarının da ortaya
çıkmasına sebep olmuştur.
Günümüzde
dahi var olabilmeyi başarmış olan realizme göre, bütün kurumlarıyla birlikte devletler,
uluslararası sistem içinde tek, en önemli aktörlerdir. Realistlere göre bu devlet
yapılarının üzerinde bir üst siyasi otorite, karar mercii kesinlikle
bulunmamaktadır ve kabul edilmemektedir. Her devlet ulusal çıkarları, vizyonu yönünde
uluslar arası sistem içinde hayatını sürdürür ve gücü, imkânları el verdiği ölçüde
kendini gerçekleştirmeye, hedeflerine ulaşmaya çalışır. Genellikle hedefe
ulaşmak için yapılan girişimler başka bir devleti rahatsız eder ve çıkar çatışması
kaçınılmaz hale gelir. Oldukça akılcı yaklaşılan bu çatışmalarda büyük
devletler savaşı pek tercih etmezler; çünkü büyükler kaybedince hep büyük
kaybederler. Uluslararası ortamda realist devletler güç dengesinden yana olup
bu dengenin devamı için uğraşırlar. Bu durum realizmin ortaya çıktığı II. Dünya
savaşında da böyleydi 2016’da da aynen böyledir. Bu güç dengesini devam
ettirmek isteyişin ana nedeni uluslararası ortamda zaman-güç kazanmaktır. Dengede
durup zamanla güçlenmek ve güç dengesi bozulduğunda kazan tarafa olmak temel hedeftir.
Hesaplar ince ve kurnazcadır. Bu hesaplar yapılırken etik, ahlaki değerler asla
gözetilmez. Tek gözetilen şey devletin her ne koşulda olursa olsun güçlü ve var
olmasını sağlamaktır. Bu yalansa yalan, hile ise hile, soykırımsa soykırımla
sağlanmalıdır. Hedefe, çıkara ve devleti güçlendirmeye giden ne varsa hepsi
mubahtır. Ahlaklı,etik ilkeler sahibi fakir, boyun eğen bir devlet olmaktansa
ahlaksızca davranıp etik kuralları yok sayıp güçlü, önünde boyun eğilen bir
devlet olmak realistlerin devlete ve güce bakış açısını net olarak ortaya
koymaktadır. Machiavelist inanca göre devletlerin ahlakı olmaz gücü ve çıkarı olur.
Bu da devleti ayakta tutan yegâne şeydir.
Realizm,
Soğuk Savaş boyunca en güçlü uluslararası ilişkiler paradigması olmuştur. Ancak
uluslararası sistemde belli değişikliklerin olamaya başlamasıyla ve
uluslararası sisteme yeni faktörleri katılması ile realizm eleştirilmiş ve onun
artık uluslararası sistemi açıklamada yetersiz olduğu düşünülmüştür. Realizmi
eleştirenler, özellikle Soğuk Savaş sonrasında uluslararası ilişkilerin pek de
üzerinde durulmayan konuları olarak görülen ekonomi, kültür ve çevre
konularının, çok önemli olarak görülmüş askeri konular ve güvenlik konuları
kadar önemli hale geldiğini ifade etmişlerdir. Realizmin göz ardı ettiği
unsurların günümüzde devletlerarası arenada büyük çıkar çatışmalarına neden
olması realizmi eleştirilerin haklı olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenlerden
ötürü realist teorinin uluslararası ilişkiler alanındaki konuları açıklayabilme
yeterliliğinin azaldığı ya da kaybedildiği diğer fikir akımları tarafından
açıkça ifade edilmiştir. Elbette realist teorinin çözüm bulamadığı ve yetersiz
kaldığı durumların olması realizmin artık uluslararası ilişkilerde geçerli
olmadığı anlamına gelmemektedir. Binaenaleyh realizm için çok önemli olan Güç – Çıkar - Güvenlik gibi kavramlar,
uluslararası ilişkilerde sistemi etkileyen en önemli konular olmaya da devam etmektedir.
Bu da realizmin günümüzde de etkisini hala devam ettirdiğini ve haklı noktaları
olduğunu ve realist görüşün yüzyıllarca da kabul göreceğini açıkça ortaya
koymaktadır.
KAYNAKÇA
AYDIN Yrd. Doç. Dr.
Mustafa (A.ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Öğretim üyesi), Uluslararası
İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz, SBF Dergisi
Cilt: 51 Sayı: 1, s.92,1996
DAVUTOĞLU Ahmet,
Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, 2004 –
İSTANBUL s.83
GÖZEN Ramazan, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe
Türkiye’nin Dış Politikası, Palme Yay, 2009, 6. Bölüm
GÖZEN Ramazan, “Uluslararası Politikada Ahlak ve Güç: Arap
Baharı Örneğin”, II. Türkiye Yazarlar Birliği, Konya, 2013
s.166
GÖZEN Ramazan, “Uluslararası Politikada Ahlak ve Güç: Arap
Baharı Örneğin”, II. Türkiye Yazarlar Birliği, Konya, 2013.
S.165
GHOSH Bobby, “Erdogan’s Moment”, Time
KAŞIKÇI Turan, Arap Baharı, Mana Yayınları,4.Baskı,2013, S.185
KÜÇÜKSOLAK Dr. Övgü
Kalkan, Güvenlik Kavramının Realizm, Neorealizm Ve Kopenhag Okulu Çerçevesinde
Tartışılması, Turan Stratejik Araştırmalar Merkezi Dergisi, İlkbahar 2012, Cilt
4, sayı 14
MORGENTHAU Hans J.,
Politics Among Nations,Newyork, 1967.
ORAN Baskın, OSKAY
Ünsal, MORGENTHAU Hans, (1970). Uluslararası Politika (1. baskı
bas.). s. 1-18.
ŞENEL Alaeddin, Siyasal
Düşünceler Tarihi
TEKİN Doç.dr.Yusuf,
OKUTAN Prof.dr M. Çağatay Türk siyasal hayatı Orion yayınları 2015-Ankara s.
67-83
TEKİN Doç.dr.Yusuf,
OKUTAN Prof.dr M. Çağatay Türk siyasal hayatı Orion yayınları 2015-Ankara s.
147
TEKİN Doç.dr.Yusuf,
OKUTAN Prof.dr M. Çağatay Türk siyasal hayatı Orion yayınları 2015-Ankara s.
148
TEKİN Doç.dr.Yusuf,
OKUTAN Prof.dr M. Çağatay Türk siyasal hayatı Orion yayınları 2015-Ankara s.
220
TEKİN Doç.dr.Yusuf,
OKUTAN Prof.dr M. Çağatay Türk siyasal hayatı Orion yayınları 2015-Ankara s.
227-237
Thucydides, The Columbia Encyclopedia, URL erişim tarihi: 11 Eylül 2008
WALTZ K. N., Theory or
International Politics ,New York: Random House, 1979
https://tr.wikipedia.org/wiki/Tukididis
http://www.haber7.com/dis-politika/haber/1824156-abd-suriye-meselesinde-u-donusu-yapti
https://tr.wikipedia.org/wiki/Niccol%C3%B2_Machiavelli
https://tr.wikipedia.org/wiki/Thomas_Hobbes
http://www.turkcebilgi.com/thomas_hobbes#bilgi
https://tr.wikipedia.org/wiki/Hans_Morgenthau
https://tr.wikipedia.org/wiki/Kenneth_Waltz
https://tr.wikipedia.org/wiki/Uluslararas%C4%B1_ili%C5%9Fkiler
[1] Dr. Övgü Kalkan Küçüksolak,
Güvenlik Kavramının Realizm, Neorealizm Ve Kopenhag Okulu Çerçevesinde
Tartışılması, Turan Stratejik Araştırmalar Merkezi Dergisi, İlkbahar 2012, Cilt
4, sayı 14
[2]
Yrd. Doç.
Dr. Mustafa Aydın (A.ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Öğretim üyesi),
Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz, SBF Dergisi
Cilt: 51 Sayı: 1, s.92,1996
[4] K. N. Waltz, Theory or International Politics ,New
York: Random House, 1979
[5] Stratejik
Derinlik, Ahmet
Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları,
2004 – İSTANBUL s.83
[6] Doç.dr.Yusuf Tekin , Prof.dr M. Çağatay okutan Türk siyasal hayatı Orion
yayınları 2015-Ankara s. 67-83
[7] Ramazan Gözen, İmparatorluktan Küresel
Aktörlüğe Türkiye’nin Dış Politikası, Palme Yay, 2009, 6. Bölüm
[8] Doç.dr.Yusuf Tekin , Prof.dr M. Çağatay okutan Türk
siyasal hayatı Orion yayınları 2015-Ankara s. 147
[9] Doç.dr.Yusuf Tekin , Prof.dr M. Çağatay okutan
Türk siyasal hayatı Orion yayınları 2015-ankara s. 148
[10] Doç.dr.Yusuf Tekin , Prof.dr M. Çağatay okutan
Türk siyasal hayatı Orion yayınları 2015-ankara s. 220
[11] Doç.dr.Yusuf Tekin , Prof.dr M. Çağatay okutan Türk
siyasal hayatı Orion yayınları 2015-ankara s. 227-237
[14] Gözen, Ramazan, “Uluslararası
Politikada Ahlak ve Güç: Arap Baharı Örneğin”, II. Türkiye Yazarlar Birliği,
Konya, 2013 s.166
[15] http://www.haber7.com/dis-politika/haber/1824156-abd-suriye-meselesinde-u-donusu-yapti
[16] Gözen, Ramazan, “Uluslararası
Politikada Ahlak ve Güç: Arap Baharı Örneğin”, II. Türkiye Yazarlar Birliği,
Konya, 2013. S.165
[21] https://tr.wikipedia.org/wiki/Thomas_Hobbes
[22] http://www.turkcebilgi.com/thomas_hobbes#bilgi
[23] https://tr.wikipedia.org/wiki/Hans_Morgenthau
[24] Baskın Oran, Ünsal Oskay, Morgenthau,
Hans (1970). Uluslararası Politika (1. baskı bas.). s. 1-18.
[25] https://tr.wikipedia.org/wiki/Kenneth_Waltz
[26] https://tr.wikipedia.org/wiki/Uluslararas%C4%B1_ili%C5%9Fkiler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder