28 Aralık 2017 Perşembe

Güvensizlik Hastalığı - Aziz ASLAN


         GÜVENSİZLİK HASTALIĞI - Aziz ASLAN

          Meşhur hikayedir: Çölde sıcak altında devesiyle yolculuk eden adam, susuzluk ve yorgunluktan yere yığılmış bir adam görür. Hemen deveden iner, suyunu alır ve bayılmak üzere olan adama yardım etmek isterken yerde yatan kötü niyetli adam elindeki su kırbasını kapar, ani bir hareketle deveye biner ve kaçar. Deve sahibi koşar yetişemez. Uzaktan bağırır;
         - Ey harami , devemi ve suyumu çaldın. Bari bunu kimseye anlatma aramızda kalsın, der.
          Hırsız bu tuhaf söze şaşırıp ve durakladığında deve sahibi:
          - Bu hadise duyulursa , bundan sonra darda kalana kimsenin el uzatmamasından korkarım, der.
         Dini duyguları istismar ederek büyüyen yapının sırtımıza vurduğu hançer,bazı hassasiyetlerimizi de yaraladı.  Dinden bahsedenlere de güven azaldı. İnsanlar arasında sohbetler eksildi.
        Din ve islamdan bahseden herkesi güvenilir saymak, Arap kültürünü İslam saymak, Batı kültürünü medeniyet saymak gibidir.
        Pek çoğumuz, “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin! “ sözünü vird etti. Peki, o zaman kime güveneceğiz? En yakınımıza dahi güvenmeyeceksek bu hayat nasıl yaşanabilir olur? Güvenmek zorundayız. Kardeşler, eşler, komşular birbirlerine mutlak güvenmek zorundalar.
         Eksiğimize, kusurumuza rağmen aynı yola koyulan Müslümanlar olarak hele de Türk Milleti olarak birbirimize güvenmeyeceksek kime güveneceğiz? Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığına göre güvenmek zarurettir. Bütün şer odaklarının üzerimize geldiği böyle bir zamanda birbirimize sahip çıkmayacaksak ne zaman sahip çıkacağız?
         Yöneticiyseniz yanınızdaki insanlara dikkat etmeniz telkin edilir. Bu doğru bir tespit olabilir. Ancak aynı kişi, sizinle konuşurken size güvendiğini ifade eder, size kötülediği yanınızdakiler ile görüşürken de sizi güvensiz ilan ederse güvensiz kim oluyor? Ömrü bozguncukla geçenler var. 
        Yıllarca yanınızda bulunan , sizin yol arkadaşınız gibi davrananlardan sudan sebeple otuz yıllık dostluğu, otuz günlük maceraya değişenler var. Bunlarda toplum hayatında güvensizliğe kötü örnektir. Ama dikkate almamak lazım.
        Unutmayalım, güvensizlik bir Türk ve Müslüman hastalığı değildir.

19 Aralık 2017 Salı

Liyakatli İdareciler - Aziz ASLAN


           LİYAKATLI İDARECİLER
           Çok şükür ülkemizde her şey var. Stratejik öneminin yanında, yeraltı ve yer üstü kaynakları, genç nüfusumuz, girişimcilik ve mücadele ruhumuz, hürriyete bağlılığımız var. İşlenecek çok malzememiz var. Bir çok millette olmayan varlıklarımız var.
          Bütün mesele helva yapacak çok sayıda insanımızı , bol miktardaki malzememizin başına getirebilmektir.
          Liyakatlı adamlar yerine  bu kaynakları düzen adamlarının eline verirsek kurdukları bencil düzenler sebebiyle milletimizin düzeni daha da bozulur.
            İyi yetişmiş,devletçi, çalışkan ve dürüst insanlara yetki verip , köşe başlarına getirebilirsek çalışmalarımız boşa gitmez. Liyakatlı yöneticilerle 3Y dediğimiz yozlaşma, yolsuzluk ve yoksullukla mücadele edebiliriz.
         Kendi özümüze sadık kalarak ilim ve medeniyette kalkınabilir, kalkınmayı hayırlı, faydalı, fakir fukaranın emrinde, yokluğu yok etmek için kullanabiliriz.
        Eğer ülkemizde , kimsenin hırsızlık yapmadığı , şeref ve haysiyetin saygı gördüğü bir düzen kurabilirsek, Türkiye dünyanın en insanca yaşanır ülkesi olur. Bunu yapabiliriz.
         Biz insanlar bu dünyaya ölmek, öldürmek veya öldürülmek için değil, yaşamak İçin geldik.
       Bu dünya zaten fani ve ölümlüdür.
       Marifet, zaten ölecek olan insanoğlunu rahat ve huzur içinde yaşatabilmektir.
         Siyasi iktidarlar, yönetici atamalarında bu konuda çok hassas ve adaletli olmalıdır. Benim adamım veya benim fikriyatım düşüncesi ile liyakatsız, tembel, milli olmayan, yeteneksizlere yetki verilirse vebal çok ağırdır.
          Örneğin İstiklal marşımızın iki kıtasını dahi okuyamayanları okul idarecisi yaparsanız bu milletin çocuklarına yazık edersiniz.

12 Aralık 2017 Salı

Haçlı Zihniyeti ve Kudüs - Aziz ASLAN




          HACLI ZİHNİYETİ VE KUDÜS
           Haclıların tarih boyunca Müslümanlara ve özellikle de Türklere nasıl bir husumet içinde olduklarını hepimiz biliyoruz. Zayıf buldukları anı gözleyip her fırsatı değerlendirmeye çalışırlar.
            Türklerin içinde veya müdahil  olmadığı Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çıkan savaşların hiçbirisi kazanılamamıştır. Halifelik dönemleri istisnadır.
            Türklerin tartışılmaz üstün özelliklerinin başında cihangirliği gelmektedir. Geçenlerdeki yazımızın birisinde bir Alman profesörün Türkler hakkındaki  “ Biz  Türkleri sevmiyoruz. Neden sevelim ki; Türkler olmasaydı İslamiyet Mekke ve Medine’ye sıkışıp kalmış olacaktı.” Şeklindeki tespitinden bahsetmiştik. Bu herşeyi anlatmaktadır.
              Bu sebeple biz Türklere büyük görev düşmektedir. İslamiyetin bayraktarlığını yapmış  ve Peygamberimizin övgüsüne mahzar olmuş Aziz Türk Milletinin düşmanın çok olması da doğaldır. Hele de bu önemli Vatan toprağında..
            Kudüs meselesi de İslamiyetle diğer dinlerin meselesidir. Bir manada Türklerle onun düşmanlarının meselesidir. Zaten diğer Müslüman ülkelerin direnci de yoktur.
           Müslümanların kölelerinin hayatı, 19. asır Avrupa’sındaki bir fabrika işçisinden daha iyiydi.
          Ortadoğu’da Yahudiler Müslümanları kurtarıcı gibi karşılamışlardı. Herşeyden önce hürriyetleri daha fazlaydı.
          Hristiyan cemaatinin, Bizanslı idarecilerin yerini alması için Selçukluları davet ettikleri yazılır.
          Tarihte böyle şimdi malum. Peki şimdi ne yapmalıyız. Millet olarak her yönden güçlü olmalıyız. Ekonomi ve askeri başta olmak üzere, eğitim, sanayi, tarımda     çok güçlü olmalıyız. Patent üretmeliyiz. Sanayide ve tarımda rekor üretim yapmalıyız. Yatırım yapmalıyız. Çılgınca tüketmekten vazgeçmeliyiz. Eğitimimiz milli olmalı. Ne yaptığını bilen, vatansever , milli , çalışkan, devletçi ilim adamları ve idareciler yetiştirmeliyiz. Adaleti, huzuru, refahı , yükselişi sağlamalıyız.
           Yoksa sokaklarda kendi kendimize bağırırken atı alan Üsküdar’ı geçer.

28 Kasım 2017 Salı

Fitneler - Aziz ASLAN




                  FİTNELER - Aziz  ASLAN

       İnsan yaradılışından bu yana fitneler her zaman olmuştur. İşyerlerinde, derneklerde, vakıflarda , partilerde hatta ibadet yerlerinde dahi fitneler boş durmamıştır.
        Yüce TÜRK Milletinin fitneleri de tarih boyunca bıkmadan usanmadan görevlerini yapmışlardır.
        İlk fitne 13. Asırda Yahudilerden geldi. Müspet ilimler medreselerden kaldırıldı. Selçuklu üniversitelerinde iki asır müspet ilim okutulmadı. Fatih’in müdahalesiyle 15. asırda yeniden girdi.
        18. Asırdaki İkinci fitneye göre güzel sanatlar ve teknoloji müslümanların hayatına girmeyecektir.
       Aramıza hoca kılığında adamlar soktular. Bunlar, İslam’ı her türlü güzelliğe karşı olan yobaz dini gibi göstermeye çalıştılar.
       İslam kötülükleri düzeltmeyi emrederken, Müslüman kılığındaki bu ajanlar günah saydıkları televizyon, radyo, sinema, bisiklet, basından ve ilimden kopmayı tavsiye ettiler.
      Oysa ki, Bedir savaşında esir düşen Kureyşlileri, on Müslüman’a okuma yazma öğretme karşılığı serbest bırakan Peygamberin ümmeti tebliğ vasıtalarına karşı çıkar mı?
        Bizim gençliğimizde Batı’dan tercüme edilen Tommiks, Teksas dergileri elden düşmezdi. Ama içindekiler zararlı idi. Bizimkiler günahtı, sevaptı derken on yıl geçti. Resimlimi, değil mi derken bir on yıl daha geçti. Bizimkiler yirmi yılda faydalı dergi çıkarasıya kovboy özentileri ellerine silahları aldı birbirlerini vurdu.
       Camiye gelmeyen gence birşey diyemediler, gelende kusur bulmaya çalıştılar.
       Duvara astığınız merhum babanızın veya askerdeki oğlunuzun resminden dolayı yanıp kül oldunuz. Başka günaha gerek yok. Bu günah yeter dediler.
        Peygamberimiz; “ Ameller, niyetlere göredir. “ buyurduğu halde, Allah’ı bırakıp resimlere taptığınızı ima etmeye kalktılar.
       Aynı fitneler, Türk Milletinin yedi düvelle mücadele ettiğinde kendilerini din adamı diye tanıtıp cemaati vatanseverlere, devlete ve milliyetçilere karşı kışkırtmadılar mı?
      Dikkatli olmak lazım. Bu konu çok uzun. Belki gelecek haftaya devam ederiz. Sağlıkla kalın.



         FİTNELER (2)
         Din adamı kılığındaki ajanların milletimize yönelik geçmişteki fitneliklerini geçen hafta yazmıştık. Olumlu tepkiler geldi.
        Fitne ateşten daha tehlikelidir. Cehalet ortamında doğar, beslenir ve büyür. “Yarım hekim insanı candan, yarım hoca dinden eder “ deriz ya, bu yarım hocalar da İslamı Dünyaya yaymış olan Aziz Türk Milletini dinden ettiler. Milliyet mefhumunu inkar ederek Türk’lüğü aşağılamaya çalıştılar.
       Yine bunlar , radyo gavur işi, televizyon olan evde namaz kılınmaz , biçerdöverden çıkan buğday yenmez diyerek milletin geri kalmasını istediler.
        Oysa ki, matbaa, sinema, televizyon, basın gibi tebliğ vasıtalarının  yanlış kullanımına değil de varlığına karşı çıkmak yobazlıktır. Ayrıca bir zamanlar bisiklete binmenin şeytan işi olduğunu söyleyenlerin ilk fırsatta her aile ferdinin 4*4 jiplere binmelerine ne demeli?
        Müslümanların görevi evden camiye, camiden eve gitmek, başka bir şeye karışmamak değildir. Camiden aldıklarını hayatın diğer bölümlerine taşımaktır.
       Mezar taşlarını dahi sanat harikası yapmış Aziz Türk Milleti güzel şeylere layıktır. Yeterki üzerinde oynanan oyunları fark etsin.
         Ancak; Bin yıldır bu fitneler; Siz Türksünüz, asker milletsiniz, haysiyetlisiniz, ticaret ve sanat yapmak size yakışmaz dediler.
       Bize ticaret yaptırmayarak Selçuklu ve Osmanlı’nın bütün maddi kaynaklarını gayr-ı Müslümlere yedirdiler.
       100-150 yıldır aklımız başımıza geldi de ticarete ve sanayiye girdik. Üretmeliyiz. Sanatı , teknoloji herşeyi üretmeliyiz. Hep Satın almakla bu işin sonu iyi olmaz.
       Şimdi bize düşen görev, milli , manevi değerlerimizi sanat ve teknoloji ile evlatlarımıza aktarmaktır. Milletini unutmayan gerçek dindar gençler yetiştirmeliyiz.  Millet menfaatini unutmasınlar ki  bari onlar oyuna gelmesinler.
       Dostlarım; Dünyanın her yerinde diktatörler ve düşmanlar en çok dinden ve dindarlıktan korkarlar. Çünkü iman edenler Allah’tan başka kuvvet görmez. Dindar geçinenler ise korkaktırlar. İnançları sahtedir.
       Konu geniş , satırlar sınırlı. Özet geçiyoruz. Gelecek yazıda buluşmak dileğiyle.

9 Kasım 2017 Perşembe

10 Kasım - Şükrü Şimşek



TAM 79 YIL OLDU BAŞKOMUTANI VE LİDERİMİZİ KAYBEDELİ..

BABASIZ ANNESİZ BİR YAŞAMIYLA HER ŞEYİN ÜSTÜNDE SEVDİ TÜRKLÜĞÜNÜ.

TÜRKLÜĞÜNÜ EN BÜYÜK ÖVÜNÇ KAYNAĞI HAYATININ FEVKALÂDE UNSURU OLARAK TELAKKİ ETTİ. .

AKLINI  VE YÜREĞİNİ HEP TÜRK MİLLETİNİN BEKASI İÇİN YORDU,

UMUDUNU KAYBETMEDEN BİR TÜRK CESARETİYLE GELECEĞE KOŞTU MİLLETİ BAĞIMSIZLIĞA KOŞTURDU.

BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ İLE DOPDOLU BİR HAYAT..

BÖLEN DEĞİL BİRLEŞTİREN OLDU.

HALKINI DİNLEYEN ŞEVKATLE SARILAN YARALARINI SARAN BİR LİDER OLDU..

DERDİ TASAYI YOKLUĞU HEP ANLADI VE HÜCRELERİNE KADAR YAŞADI. .

MİLLETİN VE KANGREN OLMUŞ DEVLETİN VAR OLUP YOK OLMA MESELESİNİ ÇÖZMEK İÇİN HAYATINI HARCADI,

AKLIYLA HAREKET EDEN, KARSINDAKINI DÜŞÜNDÜREN, ÖZGÜRLÜĞÜ HAYAL ETTİREN, BÜTÜN VARLIGINI ORTAYA KOYAN AMA ASLA BÖBÜRLENMEYEN,ÜSTTEN BAKMAYAM BİR MUTEVAZİLİK ABİDESİ GİBİ YAŞADI.

GELECEĞİN SAHİBİ ÇOCUKLARI ÇOK SEVDİ. ONLARA BAYRAMLAR HEDİYE ETTİ. DÜNYA TAKİP ETTİ BU GÜZELLİĞİ..

RABBİNE İNANDI.ALLAH'I AKLIYLA BULDU VE ANLADI. KURANI İNSANLARA SOYLETTI. TÜRK HALKINA KURANIN NE DEDİĞİNİ ANLATMAYA ÇALIŞTI.

İNSANLARA DİNİMİZİ İYİ ÖĞRENİN YOKSA YAŞADIĞINIZI DİN ZANNEDERSINIZ DEDİ AYNI HZ ÖMER GİBİ.

HER TÜRLÜ MANDAYA , EMPERYALİST FİKRE VE SÖMÜRÜYE KARŞI DURDU BİR BOZKURT GİBİ DİMDİK ...

SOYUMUN YİĞİT ADAMI ATATÜRK
RABBİNİN GÖNDERDİĞİ MELEĞİ
"ALEYKÜM SELAM" DİYEREK KARŞILADI. .
SONRA 10 KASIMDA KENDI ELLERİYLE KURDUĞU YÜCE VATANDAN UÇUP GİTTİ..

HEP SEVECEĞİM SENİ,  SANA HEP MİNNET DUYACAĞIM AZİZ ATATÜRK. ..

MEKÂNIN CENNET KURDUĞUN VATAN HEP PAYIDAR OLSUN KIYMETLİ LİDERİM, KOMUTANIM, BOZKURT BAKIŞILI REİSİM ...

(ŞÜKRÜ ŞİMŞEK...
SENİ İYİ ANLAYAN VE ÖĞRENCİLERİNE HEP SENİ ANLATAN MİLLİYETÇİ BİR ÖĞRETMEN )

19 Ekim 2017 Perşembe

Küçük Şeyler - Aziz Aslan




          KÜÇÜK ŞEYLER
          Önemsiz ve anlamsız konular üzerinde  olduğundan fazla durduğumuzu , bu tür gereksiz konuşma ve meşguliyetlerin bizi üzdüğünü, hatta hayattan bezdirdiğini hiç düşündük mü? Boşa harcanan zamanı , kendimize ve sevdiklerimize zarar verdiğimizi hatırlıyor muyuz?
           Küçük şeyleri abartmakta üstümüze yok. Uzun süre uçuruma bakarsanız uçurumda size bakar ve kendine çeker. Dünyada güzellikler karşısında olması doğal çirkinlikleri düzeltmek hepimizin görevidir.
          O şunu söylemiş, bu şunu yapmış derken bakıyorsunuz günler akıp gitmiş, dedikodu ve didişmeye bir ömür vermişiz.
          Sorun elbetteki olacaktır. Sorunları çözmenin de bir çok yolu olabilir. Üzülmek , dedikodu etmek sorun çözmez. Aylarca üzüldüğünüz bir konuyu gün gelir hiç hatırlamaz , hatırladığınızda da boşuna üzülmüşüm dersiniz. Olmuşu değiştiremezsiniz. Gücünüzü azaltırsınız.
          Yarının sıkıntılarına göğüs germek için, bugünün değerini bilmeliyiz ki yarınlarımız umut dolu, mutlu ve huzurlu olsun.
         Değerli dostlar; Millet olarak küçük şeylere çok takıntılıyız ve kavgayı seviyoruz. Hiç birşey bulamazsak kendimizle kavga ediyoruz. En çok da  en yakın olmamız gerekenlerle didişiyoruz. Bu durum bizleri ruhsal bunalıma sürüklüyor. Her dört kişiden birinin tedaviye ihtiyacı var. Aile içi şiddet, boşanmalar, hoşgörüsüzlük aldı başını gidiyor. Mutsuz millet, sağlıksız millet demektir.
        Her gün aynı şeyleri düşünmek bizi yıpratır. Sevimsiz oluruz. Verimli olmamız gereken, hatta çok iyi bildiğimiz konularda dahi olmayacak hatalar yaparız. Yalnız olmadığımız halde sürekli yalnızlık çekeriz. Sağlığımızı ve sevdiklerimizi kaybedebiliriz.
       Dünya üç gündür. DÜN, BUGÜN ve YARIN.
       Dün geçti. Yarınsa geleceği meçhul. Öyleyse bugünü yaşa.
       Mutlu olmak ve sevilmek istiyorsanız; Oturduğunuz küçük taşların üzerinden kalkın lütfen.
       Uzun süre oturdunuz zaten.

10 Ekim 2017 Salı

KİBİR VE TEVAZU - Aziz Aslan



            KİBİR VE TEVAZU

      Kibir, kendisini başkasından üstün görmektir. Kötü huydur, haramdır. Kalp hastalıklarından birisidir. Rabbını unutmanın alametidir.
      Hadis-i Şerifte; “ Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez. Tevazu edene müjdeler olsun. “ Yine; “ Tevazu eden , helal kazanan, huyu güzel olan , herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan çok iyi bir insandır.” buyurulmuştur.
       Birçok kibirli insan nedeniyle, toplum düzeni bozulmakta ve insanlar arasındaki ilişkiler zedelenmektedir. Milletine tepeden bakan , zevkleri, heyecanları, eğlenceleri , düğünleri , bayramları toplumun büyük çoğunluğundan farklı olan bu burnu büyükler herşeyi bildiklerini zannederler. Ama hiç birşeyi tam bilmediklerinin de farkında değildirler. Bilmediğini bilmemek en büyük cehalettir. Alnı yükseklerde olacağı yerde, burnu yükseklerde olan bu kasıntılarla çok şükür hiç dostluğum olmadı.
          Kibrin aksi ise hepimizin bildiği tevazudur. Tevazu, kendini başkaları ile aynı görmektir. Başkalarından daha üstün veya aşağı görmemektir. İyi huydur. Malını helalden kazanıp , fakirlere merhamet ederek tevazu gösterir.
         Mevki ve mülk sahiplerinin tevazu içinde olması ayrı bir güzelliktir. Düşünün ki, ilimizde olduğu gibi bir ilin Valisi ve Emniyet müdürünün çok mütevazi olması ne kadar iyidir. Bu güzel insanlar sayesinde toplum kaynaşması sağlanmakta ve sosyal denge kurulmaktadır. Yeri gelmişken Sayın valimiz ve emniyet müdürümüze İlimiz insanına yakışır hizmetlerinden dolayı teşekkür etmek istiyorum. Mülk sahiplerinin de garibanların derdi ile dertleşmeleri de çok güzeldir.
        Değerli dostlar, günümüz toplumunda , insanlığa faydalı olma yolunda tevazu sahibi olan insanların çoğalması dileklerimle sağlıcakla kalınız.

5 Ekim 2017 Perşembe

GENÇLERE TAVSİYELER -Aziz ASLAN




GENÇLERE TAVSİYELER - Aziz ASLAN

Geleceğimiz olarak gördüğümüz gençlerimizin bilinçlenmesi Aziz Türk Milletinin kurtuluşu ve yükselmesi demektir. Geçen yılın sonlarına doğru yayınlamış olduğumuz bu konudaki makalemizi yoğun istek üzerine öğrenim yılının başlarında yeniden paylaşmak istedik.

Gençlere tavsiyemiz odurki; kendinizi çok iyi yetiştirin. Yetiştirin ki hem kendiniz, hem aileniz, hem de mensubu olduğunuz Aziz Türk Milleti yücelsin. Çünkü bir milletin kurtuluşu ve geleceği iyi yetişmiş gençlerine bağlıdır. Bu herşeyden, paradan, ekonomiden çok daha önemlidir.

Öncelikle dürüst ve açık sözlü olun. Vatansever olun. Milletinizin geçmişini ve gelecekte dünyada nerede olması gerektiğini iyi tespit edin. Kendiniz ve milletiniz için Ülkünüz olsun. Ülküsüz insan rotasız gemi gibidir. Kendiniz, aileniz, yaşadığınız şehir, mensubu olduğunuz milletiniz hakkında meşguliyetleriniz ve endişeleriniz olsun.

Vatan hainlerine asla taviz ve prim vermeyin. Milletimiz bin yıldır ne çekmişse vatan hainlerinden çekmiştir.

Unutmayınız ki; Size VATAN armağan eden, adınızı, soyadınızı bilmenizi, okunan ezanları duymanızı sağlayan ATANIZI-CEDDİNİZİ unutma gafletine düşerseniz;
Ne sizin ne de gelecek nesillerinizin hiçbir günü MÜBAREK OLMAZ...!!!

Büyük düşünün, hedefinizi yüksek tutun. Bu hedefe göre kendinizi proğramlayın. Okuyun, araştırın, sorgulayın, sanat icra edin, yazılar neşredin, seyahat edin. Mümkünse bir müzik aleti çalın.
Yaşamayı sevin; hem kendinizi, hem de çevrenizi yaşatın.  Hoşgörülü ve affedici olun. Olumlu düşüncelerinizi hayatınıza ve çevrenize yansıtın. Karamsar olmayın.

Gelişmemek, sabretmemek, hakir görmek, mıymıntı tavır takınmak , ağzı bozuk olmak, küfürbaz olmak, hem dünyamıza, hem de ahiretimize zehirdir.
Kırmayın; kırmak isteyenlere rağmen kırılmayın!  Kalp kırmaktan hararetle kaçının. Çok alıngan olmak insanın dostlarını azaltır.

Ailenize bağlı olun. Büyüklerinize saygıda kusur etmeyin. Onların kıymetini kaybetmeden anlayın. Yoksa pişman olmak sizi vicdan azabından kurtarmaz.

Düzgün konuşun. Bölgesel şivelerden kaçının. Eğitiminizi davranışlarınıza yansıtın. Gözünüzü koruduğunuz kadar dilinizi de koruyun. Dil insanı vezir de eder, rezilde.  Ana dilinizi mümkün oldukça kusursuz kullanın. İkinci bir dili de öğrenin.

İnsani ilişkilerinizin önüne hiçbir ilişkiyi geçirmeyin. Çünkü insan olmadan hiçbir şey olunmaz. Asaletiniz, tavrınız ve duruşunuz olsun. Sözüne güvenilmeyen, hayat çizgisi dengesiz olarak hatırlanmayın. İnsanlara yardımcı olun. Yaradandan ötürü yaratılanı sevin.

Menfaatiniz uğruna adaletsizlik yapmayın. Adalet olmayan yerde başarı ve huzur olmaz. Güvenilir olun. İkiyüzlülük yapmayın. Fesatlık ,kindarlık, İhanet ve nankörlük içinde olmayın. Hak yemeyin, yedirmeyin. Haklının yanında olun.

İşinizi iyi ve kalıcı yapın. Yaptığınız işte saygın olun ve iz bırakın.

19 Eylül 2017 Salı

KÜTÜPHANELER-KAHVEHANELER -Aziz ASLAN


KÜTÜPHANELER-KAHVEHANELER -Aziz ASLAN

            Bugünkü meşguliyetlerimiz yarınımızı ve geleceğimizi belirler. Bunu hem kişi bazında ve hem de toplum bazında düşünelim.Okumamak, üretmemek,boşa zaman geçirmek maalesef toplumun kanayan yarası ve giderek daha da vahim tablolar ortaya çıkmakta.Oysa her konuda olduğu gibi meşguliyetler konusunda da ne ekersek onu biçeceğiz.
           Bugün kahvehaneden çıkmayan bir milletin çocuklarının yarın kütüphaneden çıkmamasını beklemek sizce de biraz hayal ürünü olmaz mı değerli okuyucular ?
           Bizler bilmeliyiz ki ; Fertleri kütüphanelerde vakit geçiren toplumlar geleceğini iyi inşaa ediyor demektir. Çünkü Okumak, araştırmak bir insana yarınlarda yapmak istediği  ve yapabileceği  hedefler açısından bilinçli şekilde iş yapmayı sağlıyor.Yani  araştıran, bilgilenen ve öğrendiğini en güzel şekilde uygulamaya geçirenlerin üretim fabrikasıdır kütüphaneler.Bu demek oluyor ki bilinç ve icraatin sonucu hem maddi, hem de manevi yücelip yükselme buralarda gerçekleşiyor. Ancak, değişen teknoloji ve gelişmeye rağmen bizler hala bu durumu tam olarak idrak edebilmiş değiliz ne yazık ki. Acı bilançoyu ise yaşadığımız şehirde kaç tane kütüphane mevcut  , kaç tane kahvehane mevcut ve doluluk oranları nasıl sorularını sorduğumuz da çok rahat görebilmekteyiz.  Ortalama 200.000 nüfuslu bir şehirlerde en fazla üç-beş kütüphane olduğunu, buna karşılık 20-30 misli sayıda cafe bulunuyorsa biraz da şapkamızı önümüze koyup düşünmek gerekiyor dostlar.
           Eski adı kahvehane veya kıraathane olan, yeni adına cafe dediğimiz her köşebaşında ve  caddede onlarcasını görmek mümkün olan bu mekanlar sebebiyle insanımız özellikle de gençlerimiz tembelleşiyor, gevşiyor, araştırmıyor ve bilgisiz kalıyor.Hatta kimi zaman çocuklarımızı emanet ettiğimiz bazı eğitimcilerimizin  bile kahvehaneleri doldurduğunu görmek bizleri son derece üzüyor.Aslına bakarsanız mıknatıs misali bu işler.Nasıl ki insan insanı sabahtan akşama kadar kahvehanede vakit geçirmek için etkileyebiliyorsa, kütüphaneye götürmek için de pekala  etkileyebilir.Yani sözün özü ; nereden başlasak kârdır. Yada zararın nersinden dönülürse kardır.
               Bu konuda eğitimcilerden , yöneticilere kadar toplumdaki her insana görev düşmektedir.Bizler bu bilinçle hareket edersek değişimin ve ilerlemenin çok da uzak olmadığını göreceğiz..
            Daha çok okuyan nesil , daha çok araştıran, üreten bir gençlik yetiştirmeliyiz.    
            Daha kalabalık kahvehaneler yerine daha kalabalık kütüphaneler görmek dileği ile..
            Eğitim dönemi hayırlı ve uğurlu olsun.

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Sevgi - Aziz ASLAN

23.08.017/Köşe
       SEVGİ
        Geçen haftaki yazı başlığımız "Sevgisizlik" idi. Birçok dostumuzdan , tespitlerimize katıldığı yönünde olumlu tepkiler geldi. Sevgisizlikten herkes muzdarip. Aynı hedefe varmak istesekte başlığımızı "Sevgi" olarak devam ettirmek istedik.
           Büyük aile düzeninden küçük aileye geçtikten sonra küçüklerin büyüklere saygısı azaldı. Torun dedesi ile aynı evde yaşamadığı için dedesi eve girdiğinde babasının kalkıp, hürmetle yer gösterdiğini görmekten mahrum kaldı. Yani odaya bir büyük geldiğinde lök gibi oturulmayacağını çocuklarımıza öğretmeliyiz. Sebep; mekanların genişleyip gönüllerin daralmasından. İki, üç kişilik aileler 200 m2 evlerde ayrı yaşıyorlar. Hemen belirtelim, Hz.Fatıma, kaynanası ölünceye kadar onunla beraber oturmuştur. Günümüz gelinlerinin kulakları çınlasın. Unutmamak lazımdır ki, büyüklerle birlikte yaşamak bereket ve rahmet getirir.
        Eskiden büyükbaba vardı. Amcaların en büyüğü. Babadan da önde gelirdi. Büyükbabanın sözünün üstüne söz söylenmezdi. Şimdi baba evladına bir söylerse on işitiyor.
        Değerli dostlarım; aileden başlayıp, toplumun bütün kesimlerinde sevgiyi yaygınlaştırmalıyız. Zaten saygıda mecburiyet vardır. Ama birçok zaman bırakın sevgiyi saygıyı da mumla arıyoruz. Ortada birşey yokken selam alıp vermeyen birçok kişi var etrafınızda.
        Sevgisiz toplumların başarılı olmalarına imkan yoktur. Diğer milletlerin oyuncağı olmaya da hazır demektir.
       Sevgisiz hayat düşünülemez. Yaradan dan ötürü yaratılanı sevmek zorundayız.
       Sevgi bahsinin  sayfalara ve zamana sığmayacağı bilinciyle yazıma Behçet Necatigil'in Sevgilerde şiirinden bir parça ile son vermek istiyorum.
       "Sevgileri yarınlara bıraktınız
         çekingen, tutuk, saygılı
        Yakınlarınız sizi yanlış tanıdı
        Bitmeyen işler yüzünden
        Bir bakış bile yeterken
          Anlatmaya her şeyi
        Kalbinizi dolduran duygular
        kalbinizde kaldı."

17 Ağustos 2017 Perşembe

Sevgisizlik - Aziz ASLAN

15.08.2017/Azizce - Kocatepe
                   SEVGİSİZLİK
    Sevgi, ilahi bir duygudur. Herkesin ihtiyacıdır. Her eve lazım. Gönülde olur. Bunu nefislendirirsek ve geçici hevesleri sevgi diye lanse edersek yanılgı içinde oluruz ki günümüz insanı bunu doya doya yapıyor.
     Sevginin  kantarı fedakarlıktır. Eğer nefsinin değil de insanların yararına tımar olmaya çalışıyorsan İnsana hizmet etmeyi seviyorsun demektir.  Hiç fedakarlık yapmıyorum diyorsan nefsini bile sevmiyorsun... Vah böylelerine..
      Bana göre günümüz insanı sevgisiz yaşıyor. Didişmeyi seviyoruz. Didişmek için fırsat kolluyor ve mutlaka didişecek birini de buluyoruz. Hiç bulamazsak kendimizle didişiyoruz. Bırakın evlat, arkadaş sevgisini , zevc ve zevce birbirlerine sevgilerini söylemiyorlar.
         İşveren işçiyle, işçi kendi mesai arkadaşıyla, evlat atayla, kaynana gelinle, kardeşler miras kavgasında, ülke meselelerini çözsün diye görev verilen siyasetçiler hem rakiplerle hem de dava arkadaşları ile geçimsiz. Herkes karşıdan bekliyor. Herkes kendine göre haklı. Herkesin meselesi en önemli. Hoşgörü yerini dırdıra bırakmış. Sanki sevmekten korkuyor, kormasakta ifade cimriliği ile güzel günlerimizi buharlaştırıyoruz. Kavga çıkarmayı marifet sanıyor, kavgadan medet umuyoruz. Yanılmayı arzu ederim.
        Türkiye'de boşanma oranlarının her yıl yükseldiğini biliyoruz. Bunun sebebi nedir? Elbette sevgisizlik. Yüzde 30 lara vardığını varsayarsak bunu iki ile çarpmak lazım. Çünkü iki kişi ayrılıyor. Birde çocuklar varsa! Tabirimi mazur görün ana baba tepişiyor, çocuklar eziliyor. Ne kadar yavru ziyan oluyor. Hepsi sevgisizlikten.
          Çiçeğe su vermezsen, bebeğe gıda vermezsen çiçekte ölür, bebekte. Sevgiyi söylemezsen , harekete geçirmezsen sevgi ölür. Gül, çok sulandığı zaman, sevildiği zaman az diken üretir. Sevmenin sonucu dikenine katlanmak zorunda kalmadan gül koklamaktır.
          Değerli dostlar; bütün problemlerin sebebi olan bu önemli konuyu önümüzdeki günlerde yine sizlerle paylaşacağız inşallah. Çünkü milletimiz için bu acil çözüm gerektiren, kırmızı alarm veren bir konu. " Sevgisizlik" başlığı ile başladık " Sevgi" başlığı ile devam ederiz inşallah.
         Sevgi dolu günleriniz olsun.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Kazanmak ve Harcamak - Aziz ASLAN

09.08.017/Köşe(Azizce)/Kocatepe
        KAZANMAK VE HARCAMAK
        Hep çalışmanın öneminden konuşuruz. Müslümanın kendisi ve çoluk, çocuğunun nafakasını temini için çalışması farzdır. İhtiyaçlarını helalden kazanmak, kimseye muhtaç olmamak cihaddır.Birçok ibadetten daha sevaptır.
          Bir büyük zat oğluna nasihat ederken; " Çalış, kazan! Çalışmayıp muhtaç kalanın dini ve aklı noksan olur. Herkesten hakaret görür." der.
          Müslüman, dünyaya düşkün olduğu için değil, Allah'ü Teala , çalışmayı emrettiği için çalışıp kazanır. Kazandığını da iyi ve faydalı yerlere harcar. Öyle olmalıdır. Cimrilikten de , İsraftan da kaçınmalıdır.
          Günümüz bazı zenginlerinin lüks mekanlarda saatlerce süren üç, beş kişilik yemeklerde harcadıkları paralara onlarca ve hatta yüzlerce garibanın doyabileceğini de hatırlatmakta fayda vardır.
         Parayı kazanmıştır, elbette harcama yetkisi de onundur. Ama o kazancı verenin de Cenab-ı Hak olduğunu unutmamak lazım.
         Yoksulluk nedeniyle eğitimini tamamlayamamış veya aile düzeni bozulmuş, evine ekmek götüremeyen , günümüzde az kalsa da arından bu durumunu gizleyenleri de bulmak ve görmek gerekir.
          İslamiyetin emri Zekat müessesesi bunın için vardır. Bunu işletebilirsek bu problemlerin hallolacağına inanıyorum. Dinimiz; "Veren el, alan elden üstündür ."emretmiştir. Ancak ne yazıkki, bunu " al da nasıl alırsan al. Alan uyanık, almayan enayi."şeklinde çok yanlış bir anlayışa sokmuşuz.
           Değerli dostlarım; bir tarafta doymayan  ve kibirinden yanına yaklaşılmayan zenginler, diğer tarafta çalışmadan hazırcılığa alışmış , yada alıştırılmış bazı fakir kitleler. Aslında uç noktadaki bu iki kesiminde bu dünyada işleri iyi.  Hakkına razı olan , adalet arayan ve üretmeye çalışan kesimin işi zordur.
         Netice olarak; İnsan sebeplere yapışıp çalışmalı, kazandığına da kanaat etmelidir. Allah'ü Teala'nın taksimine razı olmalıdır.

8 Ağustos 2017 Salı

İlgisizlik- Bilgisizlik / Aziz ASLAN

01.08.017/Köşe(Kocatepe)
          İLGİSİZLİK- BİLGİSİZLİK / AZİZ ASLAN
     
          Bilgisizliğin temel sebebi ilgisizliktir. Eğer bir insan bir konuya ilgi duymuyorsa ne yaparsanız yapın o konuda o şahsı yeterince bilgi sahibi yapamazsınız.
           Esasında ilgisizliğin sebebi de öğrenmeye yani bilgi edinmeye ihtiyaç duymamış olmaktır. Bir manada insanın bildiklerini yeterli görmesi, öğrenmeye ilgisi ve merakını ortadan kaldırıyor.
           Yani bilgisizliğin sebebi ilgisizlik, ilgisizliğin sebebi de bilgilenme ihtiyaçsızlığı. Tam bir kısır döngü değil mi? Birbirine bağlı.
        Milletler için de bu durum böyledir. Bizim de sıkıntımız budur. İşte bu kısır döngüden bu necip Türk Milletini kurtaramazsak işimiz çok zordur.
       Hani denir ya; "alimin fikri neyse zikri de odur." Bu doğal ve insani bir durumdur. İşte bizde önce insanımızın fikrini revize edip, geleceğe emin adımlarla ilerlemek için zikrini desteklemeliyiz.
          Güzelliğin sınırı nasıl yoksa öğrenmenin de sınırı yoktur. Bu da önce istemek, sonra araştırmak ve sonra da uygulamakla mümkündür. Yani, insanımızı doğru icraatlara yönlendirmenin yolu o konuda ciddi istek ve ihtiyaç oluşturmaktan geçer. İhtiyaç ve istekleri iyi belirleyemez ve iyi yönlendirmezsek milyonlar kahvehanelerde yıllarını tüketir hale gelir.
          Bu konuda devlete büyük görevler düşmektedir. Bunu eğitim sistemini düzenleyerek yapmalıdır.  Günü birlik, kısa vadeli , şahsi ve maddi hedeflerle insanımızı eğitmek ve bu şekilde yetiştirilen bireylerden oluşan milletin diğer milletlerle yarışma imkanı yoktur. Ar-Gede, bilimde , teknolojide, rakiplerle rekabet edilemezse gelecek nesillere sorumluluğun ve vebalin altında eziliriz.
         Netice olarak; ilgi oluşturalım , bilgiyi çözelim. Bilgiyi ve fertleri çözelim, milleti yüceltelim.

1 Ağustos 2017 Salı

GERÇEK ZENGİNLİK - Aziz ASLAN


  11.07.2017/Köşe    -  Aziz ASLAN                             
            GERÇEK ZENGİNLİK

            Başlangıçta Türkistan tarafında bir bölgenin hükümdarı iken vaki olan bazı ikazlarla hükümdarlığı bırakıp maneviyat sultanı olmaya azmeden, bunu da gerçekten başaran İbrahim Edhem (8. Yüzyıl) nefsini yokluğa ve mahrumiyete alıştırmış büyük velilerdendir.  
​             Bir gün velilerden çağdaşı ve hemşehrisi Şakik Belh ile karşılaşır ve ona sorar:                              
-Ey Şakik nasıl geçiniyorsun?                                                                                                                    Şakik Belh cevap verir  :                                                                                                                          - Bulunca yiyoruz, bulamayınca sabrediyoruz.                                                                                            İbrahim Edhem;                                                                                                                                         - Horasan’ın köpekleri de aynı şeyi yapıyorlar, bulunca yiyorlar, bulamayınca sabrediyorlar, diye karşılık verdi.
Belh sorar :                                                                                                                                                   -Peki siz ne yapıyorsunuz?                                                                                                                          - Biz bulunca dağıtıyoruz, bulamayınca sabrediyoruz.                                                                                    
          İbrahim Edhem’in amaç edindiği ve ulaşmayı başardığı yokluk ve mahrumiyeti o derece aşikâr, o derece göze batıcı idi ki görenlerde kendisine yardım hissi uyandırıyordu.                                           Varlıklı bir kişi İbrahim Edhem’ e yardım etmek ister.
İbrahim Edhem;  - Yardımını gerçekten zenginsen kabul ederim, der.                                                     Adam gerçekten zengin olduğunu bir şeye ihtiyacı bulunmadığını söyler. Büyük veli sorar ;                                    
 -Ne kadar paran var?                                                                                                                                   - Üç bin altınım var.                                                                                                                                    – Dört bin olmasını istemezmisin ?                                                                                                            - Elbette isterim.                                                                                                                                        – Beş bin olmasını?                                                                                                                                    - isterim.                                                                                                                                                     – On bin altının olsa çok sevinirsin değil mi?                                                                                            - Şüphesiz çok memnun olurum.                                                                                                            –Zengin olduğunu söylüyorsun ama sen gerçekten züğürdün birisin. Sen, on bin değil yüz bin altının olsa, yine kanaat etmez, fazlasını istersin. Kanaatı olmayan insan zengin sayılmaz. Gerçekten zengin     olsaydın yardımını kabul edecektim.
​           Amacımız; bu vesile ile esas olanın mal mülk zenginliği değil, gönül zenginliği olduğuna , mal, mülk, makam  zenginliğinin geçici olduğuna ve dünyada kaldığına dikkat çekmekti.
          Gönlü zengin dostlara selam olsun.

SORUMLULUKTAN KURTULMA - Aziz ASLAN

18.07.2017/Köşe-Aziz ASLAN                                                     SORUMLULUKTAN KURTULMA
             Osmanlı İmparatorluğunun en büyük hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’a “Kanuni” lakabının hak ve adalet konusundaki titizliği dolayısıyla verildiği malumdur.

             Bu büyük hükümdarın ölümüne bağlı olarak yerine getirilmesini istediği bir vasiyeti vardır.        Bu vasiyet, içinde ne olduğunu kendisinden başka kimsenin bilmediği küçük bir sandığın ölümü halinde mezarda yanına konmasıdır. Hayatı seferde geçen, Kanuni’nin cenazesi İstanbul’a getirilince derhal defin işlemlerine başlanır ve bu vasiyette hatırlanır. Sandık meydana çıkarılır ve hazır tutulur.

            Büyük hükümdarın cenaze töreninde şüphesiz Sadrazamından Şeyhülislamına bütün davetliler mevcuttur. Dönemin en büyük din bilgini ve Şeyhülislamı Ebüssuud Efendiye Kanuni’nin anıldığı şekilde bir vasiyeti bulunduğu, fikrini almak bakımından söylenir. Ebüssuud Efendi “Zinhar böyle bir vasiyeti yerine getiremeyiz, İslam’a uymaz” der.

            Ebüssuud Efendi bir şey söylüyorsa orada durmak gerekirdi. Konunun en büyük otoritesidir. Nihayet üzerinde diğer görüşler de alındıktan sonra vasiyetin yerine getirilmemesi kararlaştırılır. Küçük sandık mezara konulmaz ama içinde ne vardı, dünyanın en büyük hükümdarının mezarına konmasını istediği şey neydi? Herkesi bunun merakı sarar.

            Bu vasiyet yerine getirilmediğine göre sandık açılmalıydı. Nitekim öyle yapılır. Kutu ehil bir el tarafından açılır. Birde ne görülsün; İçi Kanuni’nin yapacağı işlerin, vereceği kararların dine uygun olup olmadığı hakkında Şeyhülislama sorduğu sorulara aldığı cevaplar demek olan fetvalarla doludur.

             Kanuni Allah’ın huzuruna yüzlü çıkmak, O’nun rızasına aykırı bir iş yapmadığını belgelemek istiyordu. Devrin büyük bilgini Ebüssuud Efendi bu olay karşısında;
-“Hey büyük sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın, mesuliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım” demekten kendini alamaz.

                    Ecdadın dünya hakimiyetinin gerekçeleri ortada değil midir dostlar!

GÖREV BİLİNCİ -Aziz ASLAN

GÖREV BİLİNCİ - Aziz ASLAN

            Osmanlıların ilk Şeyhülislamı Molla Fenari, Şeyhülislam olmadan önce Bursa kadısı idi. Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan bir at satın alır. Fakat alışverişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark eder. Geri vermesi gerekir, ama satın aldığı adam zorluk çıkartır ve atın hastalığını kabul etmez diye, önce kadıya gidip resmi kanaldan işi sağlama bağlamak ister.
            Mahkemeye gittiğinde kadı Molla Fenari’ yi yerinde bulamaz. İşini ertesi güne bırakır. Fakat at o gece ölür. Adam ertesi gün olanları kadıya anlatır, mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sorar.
 Molla Fenari:
-Senin zararını ben ödeyeceğim, der.                                                                                  
Adam hayretle kadıya bakar,
-Niçin siz ödeyeceksiniz, konuyla hiçbir ilginiz ve suçunuz yok ki, der.
Molla Fenari:
-Evet öyle görünüyor, ama aslında benimde suçum büyük. Eğer sen dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdahale eder, atı verdirir, paranı iade ettirirdim. At sahibinin elinde ölmüş olurdu. Bu imkan şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep olduğu için zararını ben ödeyeceğim, der ve öder.
             Değerli dostlar; bazı makamların yükü çok ağırdır. Sosyal hayatından ve özel hayatından fedakarlık yapman gerekir. Bu ağır yükün altından kalkabilmek ve o makamın hakkını verip, adaletle yürütebilmek her babayiğidin harcı değildir.
              Belirtmiş olduğumuz anlayışı günümüz idarecilerinde bulmanın çok zor olduğunu biliyorum. Hepimizin hakkımız, emeğimiz boşa gitmesin diye sıkça farklı olaylarla ilgili adalet aradığımız oluyor. Ama yinede sorumluluğunun ve vebalinin bilincinde olanların çoğalması için canı gönülden dua etmeliyiz.

10 Nisan 2017 Pazartesi

YAKIN GERİDE KALAN ACI YÜKLÜ BÜTÜN ANILARI... CAHİDE GÜNAY


YAKIN GERİDE KALAN ACI  YÜKLÜ BÜTÜN ANILARI...
“AŞK ACISI ÇEKENLERE GELSİN...”


CAHİDE GÜNAY

“Unutmayın,  hayatınızda ilk terkedilen siz değilsiniz ve son da olmayacaksınız daima bunun ÇÖZÜMÜ var...” Ayrılığın en acı dönemindesiniz, yüreğinizde hala o var ve ayrılık acısı içinizi yakıyor belki... Onunla yeniden görüşmek en azından bir kez de olsa telefonlaşmak ve  bir mesajını almak istiyorsunuz. Ancak bunu yaptığınız an her şeyi berbat edeceğinizi kendinizi daha fazla bunalıma sokacağınızı iyi bilin. Diyelim ki görüşmeye gittiniz, onun yüzün bakıp eski aşkınızdan izler arayacaksınız. Onunda sizi özlediğini duymak elini tutmak sarılmak isteyeceksiniz. Fakat bunların hiçbiri olmayacak ve ayrıldığınız sevgiliniz sırf siz istediğiniz için buluşmaya gelecek soğuk davranacak araya mesafe koyacak. Siz bir kez daha yakılacaksınız veya diyelim ki o an için eski sevgiliniz de zaaflarına yenilecek alışkanlığın verdiği rahatlıkla size karşılık verecek, fakat bunun sonu yok ki. Bu buluşmaları kaç kez yapabilirsiniz? Peki sizi seviyor olsa gider miydi? Bu bir gerçektir ve sizin artık bu gerçekle yaşamaya alışmanız gerek.. Bu tür uzatmalar yok etmeye çalıştığınız acılarınızı daha da arttıracak. Oysa sizin yapmanız gereken şey bir an önce ondan onun yarattığı büyüden ve bıraktığı anılardan kurtulmak olmalı. Yeni bir hayata başlayabilmek için önce içinizde eski sevgilinize dair ne varsa dışarı atmanız gerekiyor. Bu sizi çok rahatlatacak...  Yakın arkadaşlarınızla bu konuları konuşun, evet dostlarla konuşmak iyidir fakat bazen onlara dahi söylenmeyecek şeyler vardır. Peki bunlar içinizde mi kalmalı? Tabii ki hayır. Elinize büyük bir defter birde kalem alın ve başlayın yazmaya. Yazarken hiçbir kurala bağlı kalmadan, ne yazacağım? diye düşünmeden içinizden nasıl geliyorsa öyle yazın. Tüm hislerinizi kağıda dökün, iyi niyetinizi nefretinizi o anki duygularınızı geçmişte yaşadıklarınızı her şeyi ama her şeyi hiçbir sansüre tabi tutmadan yazmaya devam edin. Onun iyi yönlerini kötü yönlerini de sıralayın. İlişkide yaptığı hataları yazın. Ne kadar süreceği önemli değil.  Siz tamam artık yazacak bir şey kalmadı diyene kadar yazın. Yazarken ağlayabilirsiniz,  öfkelenebilirsiniz, hatta bağırıp çağırın bile... Ağlamak da öfkelenmek de sizi rahatlatır. Tabii abartmadan. Günler boyu ağlama krizlerine girmenize gerek yok. Unutmayın ki siz gözyaşı dökerken o belki de dışarıda bir yerlerde yeni sevgilisiyle kahkahalar atarak eğleniyor. O halde siz niye ağlayasınız ki? Yazma eyleminin sizi ne kadar rahatlattığını hissedeceksiniz. Üzerinizden büyük bir yükün yavaş yavaş kalkmaya başladığını düşüneceksiniz. Bu düşünceniz çok doğru, içinizdekiler döküldükçe aşk acısının da hafiflediğini göreceksiniz. Dilerseniz çok yakın bir dostunuza yazdıklarınızı okutabilirsiniz, dilerseniz yazdıktan hemen sonra o defteri yırtıp atabilirsiniz. Yada ileride okur gülerim diyerek bir köşede saklayabilirsiniz. Evet şu anda bu fikir size çok uzak gelebilir.  Fakat bana güvenin öyle bir zaman gelecek ki bu yaşadıklarınızı hatırlayıp gülecek ve “ben ne kadar aptalmışım” diyeceksiniz... Ayrıca aşk acısına tek çözüm ise, içinde bulunduğunuz durumun bilincinde olmaktır... 

28 Mart 2017 Salı

Daldan Düşen Gelsin – Aziz Aslan


DALDAN DÜŞEN GELSİN

Adamın biri ağacın dalından düşmüş, kolu çıkmış. Can havliyle bağırırken etrafındakiler yanına koşmuşlar. Biri bacağından yakalamış bir tarafa çekiyor, öteki diğer kolundan yakalamış başka tarafa çekiyor. Canı daha da çok yanan adam bağırmış ve demiş ki; " Lütfen bana daldan düşen birini getirin. Benim halimden ancak o anlar."Bu kıssadan hisse çıkarmak lazım. Bazı çekilen çileleri en iyi çeken bilir. Yani yaşayan bilir.

Hayatı boyunca hiçbir şeyi hazır bulmamış ve hep yokuş yukarı koşturarak kazanımlar elde etmiş, inatçılığından defalarca daldan düşüp , çok şükür ayağa kalkmayı becerebilen birisiyim. Gerçi bizi çoğu zaman daldan düşenler de anlayamadı ama olsun. Tabi anlayabilmek de farklı bir özelliktir.        
           
 İnsanoğlu açık kapılarını şifalandırdıkça, niyetini temiz tutup Allah'a teslim oldukça her zaman güvendedir.
           
Sakin, huzurlu, dengeli, ilahi akışa yönelmişseniz, ruhunuzla hareket ediyorsunuz demektir.
           
Her ne iş yapıyorsak yapalım, her kime yardım ediyorsak edelim, karşılık beklemeden bir tek Allah rızası için yapalım.
           
Hepimizin doğrusu farklı lakin hakikat tektir. Her şeyin en doğrusunu bir tek Allah bilir. Bu dünyada herkes kendisine verilen görevi yapıyor. Hoşgörülü olmak gerekir. İnsanoğlu her şeyi kendi başardığını zannediyor. Oysa başartana bakmak lazım.
               
Biz hakikati bulmaya niyet edelim. Ve herkesin doğrusuna saygı duyalım. Hazmedelim, affedelim, helalleşelim. Kin gütmeyelim, üretken olalım. Çalışalım ve şükredelim. Haklı çıkmak yerine, barış içinde mutlu olmayı seçelim. Yaradan’dan ötürü, yaratılanı sevelim.

Ey! Kendilerini Asalet Üzerine Takdim Edenler!
Kerameti Kendilerinden İbaret Sananlar!
Kendilerinden Başka Doğru Tanımayanlar!
Unutmayın Ki; Asalet Boyda Değil, Soydadır.
İncelik Belde Değil, Dildedir.
Doğruluk Sözde Değil, Özdedir.
Güzellik Yüzde Değil, Yürektedir.
           
Sözün sonu; Daldan düşeni beklemeyin. Gelmez. Başınızın çaresine bakın.
         
Allah'a emanet olun.

28.03.2017/ Köşe-Kocatepe Gazetesi

NASIL DAHA FAZLA KİTAP OKURUM ?

NASIL DAHA FAZLA KİTAP OKURUM?

Barış Ünver- 25 Aralık 2016
2015 yılında 79, 2016 yılında 84 kitap okudum. Üstelik bunları yaparken 3-4 farklı mecrada yazarlık yaptım, bir işletme kurdum, yüksek lisans eğitimime başladım ve kitap okuma işi her zaman bir “boş zaman etkinliği” olarak kaldı. Müsaadenizle bu konuda birkaç kelam etmek, nasıl daha fazla kitap okunur, onu anlatmak istiyorum.

1. EN BASİT KURAL
Günde 1 sayfa, yılda 1 kitap ediyor.
Çok basit, ama çok etkili ve çok doğru bir kural bu. Ülkemize de uygun, zira TÜİK verilerine göre her gün kitap okumaya ayırdığımız süre ortalama 1 dakikaymış! Neyse, memleket insanını kötülemeyi kendini üstün gören entellere bırakacağım. Ben “Nasıl daha fazla kitap okurum?” sorusunun cevabını vereyim.
Bir kitap ortalama 300-350 sayfa arasında. En azından benim okuduklarım öyle. 100 sayfalık kitap da okuyorum, 500 sayfalık da okuyorum, 900 sayfalık da okuyorum. Ortalaması 350’ye yakın.
350’ye yakın olan bir şey daha var: 1 yıldaki gün sayısı. Bu durumda çocukça bir hesap yaparak, günde 1 sayfa kitap okuyarak yılda 1 kitabı bitirebileceğimizi söyleyebilir miyiz? Elbette.
Tabii, 1 sayfa kimseyi doyurmaz. Kitap okumayı sevmeyen birisi bile, başladığı kitabın 1 sayfasını okuyup bırakmaz, oturur hiç değilse 5-10 sayfa okur. Bu da yılda 5-10 kitap eder, her gün okumak kaydıyla. (Hadi her gün demeyelim, 15 gün “yıllık izin” verelim. 365 eksi 15 eşittir 350.)
Ben günde 50 sayfa civarı kitap okumaya vakit ayırabiliyorum. Zaman konusunda da, öyle uzun bir süre ayırmam gerekmiyor aslında. Buyurun ona da bakalım.

2. KİTAP NE ZAMAN OKUNUR?
Bir sayfayı kaç dakikada okuyorsunuz? (Ben biraz yavaş okurum, bir sayfayı 1 buçuk ila 2 dakikada okurum. Kendimi kitaba iyice kaptırırsam dakikada 1 sayfa okuyabiliyorum tabii.) Her gün okuyacağınız sayfa sayısını, okuma hızınızla çarpın, günde ne kadar vakit ayırabileceğinizi bulun.
Peki, kitap nerelerde, hangi şartlarda okunabilir?
Ben kitaplarımı yolculuk yaparken (bana göre metro, size göre öğrenci/personel servisi, metrobüs, 500T otobüsü falan) okuyorum mesela.
Boş vaktimi değerlendirmek için kafeye gittiğim de oluyor, örneğin bugün gidip 70 sayfa civarı okuyuverdim, Türk kahvesi eşliğinde.
Yatmadan önce kitap okumak da dünyada her milletin alışkanlığı. Yalnız burada bir detay var: Roman, şiir vb. dışında kitap okumayın; kişisel gelişim veya siyaset gibi kitaplar okuduğunuzda uykunuz açılıyor, felsefe veya din kitapları okuduğunuzda da aniden uykunuz gelebiliyor! :)
Kimseye söylemeyin, çünkü çok ayıp, ama tuvalette de kitap okunabiliyor.
Elbette bunların dışında “kitap okumamanız gereken zamanlar listesi” yok. İstediğiniz an, istediğiniz yerde, istediğiniz şekilde kitabınızı okuyun kardeşim, kasmayın bu kadar. 2 dakika boşluk bulduğunuzda 1 sayfa kitap okunuyor diyorum.

3. O KADAR KİTABA NASIL PARA YETİŞTİRİLİR?
Şimdi, yılda 50 kitap okumaya karar verirseniz ortalama 25 liradan 1250 lira harcamak gerektiğini düşünebilirsiniz. Yok öyle bir şey.
Birincisi, kitaba para vermeniz bile şart değil. Şehrinizdeki kütüphaneye uğrayın, aradığınız kitabı ödünç alın veya ödünç alacağınız kitaplar arayın. Kütüphane candır.
İkincisi, kitap alacaksanız illa deli gibi para dökmek zorunda değilsiniz. Kitap satan internet sitelerinde neredeyse yılın her günü minimum %25 indirim oluyor. Kitabevlerini gezmek gibi olmuyor ama ben de bu durumu şöyle aşıyorum: Kitabevlerinde geziyorum, beğendiğim kitapları not alıp eve dönünce internetten sipariş ediyorum.
Üçüncüsü, e-kitap okuyucu diye bir şey çıktı. Tabii bizim dangalak yayıncılarımız yüzünden e-kitaplar normal kitaplarla neredeyse aynı fiyata satılıyor (Depolama masrafınız mı var, kargo masrafınız mı var, bakım masrafınız, yangın sigortanız mı var vicdansızlar!) ve dolayısıyla kendi elleriyle bizi korsana yönlendiriyorlar (Oh olsun!) ama e-kitap okuyucusu her ihtimalde geleceğin kitap okuma aracı olacak, orası kesin. (“Kitap kokusu olmadan olmaz, e-kitap okuyucular yaygınlaşamaz” diyen romantik arkadaşları, analog fotoğraf makinelerinin hiçbir zaman eskimeyeceğini iddia eden amca ve teyzelerin yanına alalım.)

SONUÇ
Kitap okumak zor bir iş değil arkadaşlar. Kafanızda çok ulaşılmaz bir yere koyuyorsunuz, gözünüzde çok büyütüyorsunuz ve “Kitap okumaya bile vaktim olmuyor şekerim.” deyip her akşam 4 saat dizi izleyen dangozlara dönüşüyorsunuz. Beni kötü konuşturmayın şimdi.
Günde 1 sayfa diyorum. Günde 2 dakika diyorum. Zaten 1 sayfa okuyunca gerisi geliyor diyorum. Günde 15 sayfa okuyun, ayda 1 kitabınız garanti diyorum.

PAYLAŞIN
2017 yılında vereceğiniz en önemli karar, daha fazla kitap okumak olsun. Bu yazıyı paylaşarak bu kararınızı arkadaşlarınıza duyurabilir, hatta onları da gaza getirip kendi aranızda “2017 yılı kitap okuma yarışması” düzenleyebilirsiniz! Bu yazıyı daha çok kişiye ulaştırın ki, hiç değilse ülkenin kitap okuma ortalamasını yükseltmiş olalım.


21 Mart 2017 Salı

SAYGILAR ÖZSAYGI! ÖZDEĞERLERİMİZ...




SAYGILAR ÖZSAYGIM! ÖZDEĞERLERİMİZ...


Yüksek öz saygı, hatalarla ve kaybedişlerle başa çıkmamızı sağlar. Bir kez kaybettinizmi geri kazanmanın pek de kolay olmadığı ve insanın kendine olan saygısını kaybetmesine sebep olduğu en önemli unsurdur
“ÖZ DEĞERLERİMİZ”...

CAHİDE GÜNAY


ÖZSAYGI VE ÖZDEĞER; İnsanın kendi karakterini belirleyen temel şey sahip olduğu değer yargılarıdır. O yüzden insanın ilk sırada gözeteceği husus hayatını ne derece bu “öz değerlere” göre yaşadığıdır. Her ne kadar çevresel koşullar, toplumsal baskılar ve sahip olunan sorumluluklar bunu yüzde yüz oranında gerçekleştirmemize mani de olsa insanın bu hayatta varoluş sebebiyle paralel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gereken bir husustur “öz değerlerimiz”..Bir kez kaybedildi mi geri kazanmanın pek de kolay olmadığı ve insanın kendine olan saygısını kaybetmesine sebep olduğu en önemli unsurdur “öz değerlerimiz”.. Aynı gibi gözükse de, öz irade ve öz disiplin birbirini tamamlayıcı birer unsurdur aslında. Ancak irade sahipleri belli bir disiplin içerisinde hayatlarını bir düzen ve ahenk içerisinde idame ettirebilir. Öz disiplin ve öz irade sahiplerinin yaşamları bazılarının iddia ettiği gibi tekdüze değil tam aksine belli bir düzen ve intizam içerisinde olur..
Öz Saygı -Kendimizle ilişkimizde dürüst olabilmektir. -Kendimizle ve özellikle de zayıflıklarımızla yüzleşmek ve kendimizden bir şey saklamamaktır. -Gerçekte hatalarla doğduğumuzu bilmek ve hata yaptığımızda kendimizi kötü hissetmemektir. -İnsanların bize yönelttiği eleştirileri kabul edebilmektir. -Karşımızdakine gerektiğinde hayır diyebilmesini bilmektir. -Sabahları uyandığımızda, kalkmak için sabırsızlanmaktır. -İnsanların gözünün içine bakabilmektir. -Hata yapınca, kendimize mazeretler, özürler yaratıp, bahanelerin arkasına gizlenmemektir.
Yüksek öz saygının nitelikleri-  İki çeşit düşük öz saygı arasında denge kurulmasıyla oluşan davranış ve düşünme biçimleridir. 1-Kendi doğruları ve başkalarının doğruları, hakları arasında denge kurma. 2-Kendine ve başkalarına değer verme. 3-Abartılı olmayan bir şekilde iltifat etmek ve İltifat kabul etmek. 4-Dostça, içtenlikle rahat davaranışlar içersinde olmak. 5-duygularının farkında olma ve onları yönetebilme. 6-Enerjik olma ve yaşamdan keyif almak. Kişinin hedef aldığı bir ideal kişiliği ve bir de dışarıdan görünen kişiliği, imajı vardır. Bu ikisi arasındaki fark ne kadar çoğalırsa, kişinin kendisine saygısı o kadar azalır. Bu fark azaldıkça da öz saygı artar. Yüksek öz saygı, hatalarla ve kaybedişlerle başa çıkmamızı sağlar.

18 Mart 2017 Cumartesi

Kalp kırıp, gönül yıkıp, gönlünüzün sağlam olmasını kesinlikle beklemeyin... CAHİDE GÜNAY


BİR GÜN...

CAHİDE GÜNAY

“Umudunu yitirenler yaşamı farketmeden gün tüketenlerdir.” Bir gün hiç ummadığınız zamanda, bırakıp giden umutlar  elleri dolu dolu geri gelir. Bir gün hayata dair umutlarınızı yitirmediğinizde güneş ansızın doğar gönlünüzün DUALARINA. Bir gün güçlü olmak zorunda olduğunuzu öğrendiğinizde yaşamın renklerini görmeye başlarsınız. Üstüste geldiğinde tüm sıkıntılar, bitti dediğinizde ve  gücünüzü kaybettiğinizde yeşerir umutlar fakat umudunuzu kaybetmediğinizde... Asla umudunuzu kaybetmeyin,  en üzgün anınızda, gözyaşlarınızı umut ışıklarının kurutacağını unutmayın. Yaşamın kıymetini bilmek için kaybetmeyi beklemeyin. Mutluluğu uzaklarda, hayallerde, gelecekte aramayın, geçmişe takılıp kalmayın... Yaşadığınız zamanın gelecek için kurguladığınız hayallerden daha gerçekçi olduğunu hatırlayın. Hayallerinizi şimdiki zamanın gerçekliği ile süsleyin süsleyebildiğiniz kadar. Bir gün yaşamaya karar verin. Yaşamak için, mutluluğunuz için çabalayın. Yaşamın çabasız mutluluk lüksünü sunmadığını aklınızdan çıkarmayın. Elde edebildiklerinizin her an yitirebileceğinizi, daim olanları kazanmanın yolunu arayın. Daim olanın çok hassas olduğunu bilip nazikçe sarın, sevgiyi sarın ve koruyun gönlünüzde. Gönül yıkıp, gönlünüzün sağlam olmasını beklemeyin. Bir gün umudunuzun temelleri ile hayatınızın rotasını gönlünüzün çizebileceğini aklınızdan çıkarmayın. Aklınızı vicdanın hizmetine sunun, kalbiniz fethetsin gönülleri o zaman. Sizin kıymetinizi bilen de bilmeyen de varolsun, sağolsun diyin ve yolunuza devam edin. Yaşamayı her daim umutla ayakta tutmayı bilin, bilerek yaşayın birgün. Hayata gözlerini açtığınız her günün değerini bilip, gözle gördüğünüzü gönül ile hissedin... Geçici olana hiç bitmeyecek gibi sarılırsanız,  yitirdiğinizde sırtını çevirdiğiniz her şeye üzülürsünüz... İçlenmenin acısı sarar vicdanınızı. Yaşamı hiç bitmeyecek sanarken, sevdiğimiz her şeyi yitirirken geleceğe odaklı yaşayıp anı kaybettiğimizi bilmemek en büyük suç... Umudun gözlerini kör eden de yaşamı ertelemek değil mi zaten? Yaşamın hiç ummadığınız zamanlar ve kişiler ile can bulabileceğinizi unutmayın. Bir gün anlam bulamadığınızda, yaşamı umursamadığınızda kapınızda belirecek umudun ancak siz istediğinizde geleceğini bilin. Yaşamınızda kaybedenler umudunu yitirenlerdir. Umudunu yitirenler yaşamı farketmeden gün tüketenlerdir. Bir gün hatırlarsınız geçmişi hüzünler içinizi kaplar veya tatlı bir gülümse eşliğinde anılara açılırsınız uzun sessizliğinde. Bir gün vazgeçersiniz hedeflerinizden o zaman sessizliği bozacak bir işaret gelmez kaderden. Bir gün umudunuzu sakladığınız yerde tesadüfen bulursunuz, tesadüf değildir aslında bu, kaybetmediğiniz umudun doğru anı beklemesidir. Bir gün seversiniz, sakladığınız umutların gücüne sayısız katkıda bulunursunuz. Bir gün sevginin karakterinin yansıması olduğunu görürsünüz. Ruhunuz kadar sevebilirsiniz, iç dünyanın güzelliği kadar  güzeldir sevginizde... Hayatı sevdiğiniz kadar sahiplenirsiniz. Bir gün tüm gücünüzü çekinmeden seven bir kalbin varlığına emanet edersiniz. Umudunuza umudunu katar ve  zamanı adımlamaya devam edersiniz BİRGÜN...



16 Mart 2017 Perşembe



NE VERİRSENİZ KARŞILIĞINDA ONU ALIRSINIZ!
Yaşam büyük bir tarla aslında!

Cahide GÜNAY


Yaşamı bir tarla düşünün, yaşadıklarınızı da tohum olarak, bu tohumları ne kadar iyi ekerseniz, o kadar iyi verim ürün alırsınız, kötü eker ve ilgisiz bırakırsanız, verimini asla alamazsınız... Başarı ve hedefler de böyle bir şeydir, tarlaya ektiğiniz tohumlar, emek gösterirseniz büyür ve iyi verimlerini vermeye başlarlar... O sizin emeklerinizin karşılığıdır... Ektiğiniz tohumlara özen gösterip bakım yapmazsanız, verim alamazsınız... Hayatınız ve yaşadıklarınız koskocaman bir tarla gibidir aslında... Bu büyük tarlanızda, insanlar, iş hayatı, aile yaşantınız, arkadaşlarınız ve niyetleriniz ekilidir... Kendi yaşam tarzınıza özen gösterirseniz kaliteli bir yaşam tarzınız olur, etrafınızdaki insanlara saygı gösterirseniz saygı alırsınız, sevgi gösterirseniz sevgi alırsınız, sözün özü «ne verirseniz karşılığında, aslında onu alırsınız...»

13 Mart 2017 Pazartesi

EN VİCDANSIZ YARGI ÖNYARGIDIR! YAZAR CAHİDE GÜNAY



EN VİCDANSIZ YARGI ÖNYARGIDIR...

CAHİDE GÜNAY



"Eğer önyargılar davranışa dönüşür ise, artık bunun adı dışlamadır. Yani önyargı bir tutum, dışlama ise bir davranıştır." Kendimiz hakkında, yapabileceğimize inandığımız şeylere göre hüküm veririz. Başkaları ise hakkımızda, yapmış olduğumuz işlere göre hüküm verirler. Önyargı, bir kişi ya da olaya ilişkin yeterli bir bilgi edinmeden, önceden , peşin bir bir karara varmış olma durumudur. Yaşadığımız toplum çocukluğumuzdan itibaren kulağımıza fısıldadığı her kelime ve sunduğu her resim, önyargımızın temel taşlarıdır. Önyargı, insanların düşüncesizliğine bir kılıftır. En vicdansız yargı önyargıdır. Önyargı bireylere, düşüncelere, belirli bir insan topluluğuna ya da nesnelere ilişkin olabilir. Önyargılar kişinin, topluluğun ve nesnenin karşısında olmak yada yanında olmak biçiminde ortaya çıkabilir. Fakat genellikle olumsuz, yani karşı olmak biçimi ağır basar. Önyargılar bazen da acele karar vermekten kaynaklanır... Bir iki tecrübeden hemen genel geçer bir hüküm çıkartılır. Eğer önyargılar davranışa dönüşür ise, artık bunun adı dışlamadır. Yani önyargı bir tutum, dışlama ise bir davranıştır. Önyargı bazen belli gerekçelere ve ön bilgilere dayansa da, haklı gerekçesi olmadan diğerlerinin kötü olduğunu düşünmek, önyargının nefret boyutudur. Önyargı bir taraf tutma biçimidir. Sakız gibidir,bir kez bulaştı mı uzar gider, yapışır kalır ve çok şişerse suratınıza patlar. Erken yargılar yeni bilgilerle yüzleşince değişmiyorsa önyargıya dönüşmüş demektir. İlk defa gördüğünüz bir insanın yada karşılaştığımız biri durum hakkında söz söylemekte acele etmeyin. İyi bir gözlemci olun. Hayatı analiz ederken etiketlemeden yolunuza devam edin. İnsanların ırkına, cinsiyetine, tuttuğu takıma, parmağındaki yüzüğün türüne yada bıyığının kesimine, dış görünüşüne bakarak değerlendirmeyin. Empati yapın. Sizler başkalarının zannettiği kişiler değilsiniz, ancak birini yaşamaya başladığınızda tanımaya başlarsınız... Hiçbir şey yaşamadan öğrenilmez...



11 Mart 2017 Cumartesi

İSTİKLÂL MARŞI VE AÇIKLAMASI


İSTİKLÂL MARŞI VE AÇIKLAMASI



         Kahraman Ordumuza
         
         Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
         Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
         O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
         O benimdir, o benim milletimindir ancak.

İstiklal Marşı’nın yazıldığı dönemde Türk ordusu düşmanla savaş hâlindedir. Bu yüzden ordu ve millete cesaret vermek isteyen şair, şiirine “Korkma…” kelimesiyle başlar. Bu, bir sesleniştir. Şair, Türk milletine sesleniyor.
İki türlü korku vardır: Adi korku ve asil korku. İlk korkuda ödleklik anlamı vardır. Ancak, korkmak her zaman ödü patlamak anlamında değildir. Çoğu zaman da asil bir duygudur, insanî bir endişedir. İnsanların kaybetmeyi göze alamayacakları değerleri vardır. Mesela, milletin başına bir şey gelir diye korkmak, istiklalin kaybedileceğinden endişe etmek, asil bir korkunun ifadesidir.
Şairin “Korkma…” diye seslenmesi, asil bir endişenin, kaygının ifadesidir. Milletimiz istiklalini kaybetme korkusu içindedir. Şair, milletin endişe etmemesi gerektiğini; çünkü istiklalin kaybedilmeyeceğini söylüyor.
Birinci dizedeki şafak, güneş battıktan sonraki alaca karanlık zamanı anlatır. Şafağın bir anlamı da güneş doğmadan önceki alaca karanlıktır. İstiklal Marşı, sembolik olarak, iki şafak arasını anlatır. Akşamın şafağı Millî Mücadele’nin başlangıcı, sabahın şafağı ise bitişidir. Akşamın şafağından korkulur; çünkü arkasında karanlık bir gece vardır. Ancak, her gecenin bir sabahı olduğuna göre, içinde bulunulan karanlığın uzun süreceğini sanarak korkuya kapılmamalıdır. Biraz sonra şafak sökecek ve karanlık son bulacaktır. Bu benzetme şairin, Türk milletinin, bağımsızlığına çok kısa sürede kavuşacağı hakkındaki kesin inancını ortaya koyar.
Birinci dizede yüzmek, dalgalanmak manasındadır. Şafağın rengi kırmızıdır. Al sancak ise Türk milletinin sembolüdür. Türk bayrağının al rengi şairde bir alev izlenimi uyandırmıştır. Bu alev “sönmez”. Zira onun çıktığı kaynak, her Türk ailesinin evinde yanan ocaktır.
Ocak, ateşin yandığı yerdir; sonradan ev anlamını kazanmıştır. Ocakta ateşin yanıyor olması canlılığa işarettir. Yurdun üstünde tüten en son ocak kaldıkça, bu bayrağın alevi bu şafaklarda dalgalanacaktır; milletimiz istiklalini kaybetmeyecektir. Yeter ki o ocak tütmeye devam etsin. Şair bu benzetmeyle “bayrak” ile “millet” arasındaki bağlantıyı ifade ediyor. İkinci dize, aynı zamanda, “Son fert olarak kalsan bile bayrağı indirtmemek için, istiklali kaybetmemek için mücadele edeceksin.” demektir.
Üçüncü dizede şair bayrağımızdaki yıldız ile gökteki yıldızı birleştirir. Gökteki yıldıza kimsenin eli dokunamayacağı gibi, “Türk milletinin yıldızı” olan bayrağa da kimse el süremez. Ayrıca; yıldız, beyazdır ve gece parlar. Millî Mücadele gece ise bayrağımızın yıldızı o gecede parlayacaktır. Yıldızın parlaması bir ışıktır. Işık, karanlıkta ümidi ifade eder. 
Yıldız kelimesi aynı zamanda kader, talih manalarına da gelir. Bayrak milletin kaderini, talihini temsil eder. O parlıyorsa, millet de aydınlık günlerini yaşamaktadır. Onun sonu, milletin sonudur. Şair üçüncü dizeyle Türk milletinin ve istiklalimizin sembolü bayrağımızın kesin olarak sonsuza kadar yaşayacağını ve dalgalanacağını belirtir. Bundan zerre kadar şüphesi yoktur. Şairin bu hayallerle belirtmek istediği Türk milletinin ölmezliği fikridir. O, ordu ve millete “Korkma…” derken böyle bir inanca dayanır. Millî Mücadele’nin zafere ulaşması işte bu sarsılmaz imanın sonucudur.

Dördüncü dizede muhteşem bir bencillik ve sahiplenme duygusu vardır. Buradaki bencillik gereklidir. Çünkü, bencilce muhafaza etmek zorunda olduğumuz değerlerimiz vardır. Bayrağımızı ve istiklalimizi işte böyle bir bencillikle muhafaza etmeliyiz.

Çatma kurban olayım çehreni, ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin, istiklâl!

Şair hilale, yani Türk bayrağına hitap ediyor. Edebiyatımızda sevgilinin kaşı hilale benzetilir. Bayrak nazlı bir sevgili gibi kabul ediliyor. Bayrak sevgilinin yüzüdür, hilal ise kaşı. Bayrak, bütün bir milletin sevgilisidir. Çehre, yüz demektir ve kullanımı yerindedir. Çünkü, yaratılmışlar içinde ruh hâli çehresine yansıyan tek varlık insandır.
Sevgilinin kaşlarını çatışı nasıl âşığı elemlere sürüklerse istiklalin tehlikede olması da milleti elemlere sürükler. Çehresi çatık olan aslında millettir. Milletin çehresi istiklal tehlikede olduğu için çatıktır. Şair, milletin istiklalini kaybetmemesi için canını vereceğini söylüyor.
İkinci dizede şair, ırkının kahraman olduğunu belirterek milletiyle ve milliyetiyle övünüyor. Vatanın timsali olan sevgiliye (hilale) gülmesi için yalvarır. Bayrağın kahraman ırkımıza gülmesi demek, istiklalin kaybedilmemesi demektir. Bayrak gülmediği, yani istiklal tehlikede olduğu için şiddet ve celâl vardır. Bayrak kahraman Türk ırkına gülmediği takdirde, bu millet onun uğruna döktüğü kanları kendisine helâl etmeyecektir; çünkü bayrak, rengini bu al kanlardan almıştır. Dolayısıyla Türk milletine borçludur.
Son dizede “Hak” kelimesi iki manada kullanılmıştır. Birinci manaya göre Hak, Tanrı manasına gelir. Müslüman olan Türkler ona taparlar. Hak kelimesinin diğer manası adaletle ilgilidir. Hak aynı zamanda yapılan bir iş, fedakârlık veya durum karşılığı alınması gereken paydır. Şair bu beyitte istiklal kavramı ile Hak (Tanrı ve adalet) kavramı arasında münasebet kurmaktadır. Milletler yüksek kıymetlere inandıkları ve bağlı bulundukları takdirde istiklale hak kazanırlar. Hakk’a tapan bu millet istiklali hak etmiştir.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Bu kıtada “hürriyet” kavramı söz konusudur. Burada şair “ben” kelimesini kullanmakla beraber kastolunan Türk milletidir. Şair, burada Tür milletini konuşturmaktadır. Ezel, öncesi olmayan zamandır. Türk milleti ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşamaya alışmıştır. Ona zincir vurulamaz.
Zincir vurmak, esir etmek manasındadır. Bizi esir etmek isteyenler çılgın olarak nitelendiriliyor. Ayrıca, Batılılar Kuva-yı Milliyeciler için “çılgın” kelimesini kullanıyorlar. Çünkü, istiklal mücadelemizin başarıya ulaşmasını mümkün görmüyorlar. Şair, asıl çılgının onlar olduğunu demeye getiriyor. Asıl onlar olmayacak işe giriştikleri için, ezelden beri hür yaşamış Türk milletine zincir vurmak istedikleri için çılgındırlar.
Üçüncü dizede Millî Mücadele bir sele benzetiliyor. Fizik kurallarına göre suyu sıkıştırmak ve esir etmek mümkün değildir. Sıkıştırılamadığı için bent yapılır. O durumda da su, bendi ya yıkar ya da üstünden aşar. Bent esaret anlamına; kükremiş sel gibi olmak da esareti kabul etmemek anlamına gelir.
Ezelden beri hür yaşamış Türk milleti, esir edilmek istendiği takdirde kükremiş sel gibi, bendini çiğneyerek aşacaktır. Dağları yırtacak, okyanuslara sığmayarak taşacaktır. Hürriyetin başlıca özelliği sınır tanımamaktır. Hür yaşamak Türk milletinin karakteristik bir özelliğidir.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma, nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Bu kıtada savaşan iki taraf, Türk milleti ile Batı dünyası karşılaştırılmaktadır. Garp (Batı) çelik zırhlarını kuşanmış, silahlarına güvenerek Türkiye’ye saldırmıştır. Düşmanın bu maddî üstünlüğüne karşın Türk’ün sarsılmayan imanı vardır. İman, insanın taşıdığı manevi inançların bütünüdür. Batı’nın çelik zırhlı duvarları varsa Mehmetçiğin de iman dolu göğsü vardır. İnsanı üstün kılan maddî güç değil, imanıdır. Ordular ne kadar gelişmiş savaş aletleriyle donatılmış olurlarsa olsunlar eğer güçlü bir imana sahip değillerse başarılı olmaları mümkün değildir.
Serhat, sınır boyu demektir. Sınırları askerler korur. İman dolu göğüsleriyle askerlerimiz çelik zırhlı duvarların karşısında duruyorlar.
Canavar, can alıcı mahlûktur. Tek dişi kalmış canavarlar daha vahşîdir. İhtiyarlığı sembolize eder.
Dördüncü dizede medeniyet, canavara benzetilmiştir. Saldırgan medeniyet, can çekişmekte olan ve can havliyle son saldırışlarını yapan, tek dişi kalmış bir canavarı andırır. Tek dişi kalmış demesinin sebebi, dehşet verici gözükmesine rağmen eski gücünü kaybetmiş ve ölmek üzere olmasından kaynaklanır. Burada bütün vahşîliğine rağmen, kendisini medenî diye tanıtan Batı dünyasıyla bir alay da vardır.
Şair medeniyete karşı değildir. O, medeniyet adı altında yapılan vahşete ve zulme karşıdır. Anadolu’yu işgal edenler, işgallerini haklı gösterebilmek için Batı Anadolu’da barbar Türkler olduğunu ve onları medenîleştirmek için geldiklerini söylüyorlar. İşte şair bu tür medeniyetin düşmanıdır.
Üçüncü dizede “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak, varsın ulusun, onda artık korkulacak bir taraf kalmamıştır.” deniyor. Burada millete ümit ve cesaret aşılanmaktadır. Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın, ne kadar ulursa ulusun, sonunun geldiği; bu canavarın Mehmetçiğin göğsündeki imanı boğmaya gücünün yetmeyeceği söyleniyor. Bu nedenle  -yine “korkma” kelimesiyle- o canavarın ulumasından endişe edilmemesi gerektiği belirtiliyor.

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın;
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın;
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.

Şairin “arkadaş” diye hitap ettiği düşmanla savaşan askerimizdir. Türk yurdunu işgal hareketi hayâsız bir akın, işgale gelenler ise alçak olarak nitelendiriliyor. Şair, Türk askerinden yurdumuza alçakları uğratmamasını, bu hayâsız akını, göğsünü siper ederek durdurmasını istiyor; çünkü alçakları durdurmanın tek yolu, Mehmetçiğin iman dolu göğsünü siper etmesidir.
Son iki dizede imanın karşılığı olan “zafer” müjdelenir. Allah, kitabında inananlara zafer vadetmiştir. Zaferin yakınlığı inananların gayretine ve kahramanlığına bağlıdır. Şair geleceğe büyük bir inançla bakarak zaferin çok yakın olduğunu belirtiyor.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!
Sen şehîd oğlusun, incitme yazıktır atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

Bu kıtada “vatan” söz konusu ediliyor. Dış görünüşü bakımından vatan bir toprak parçasıdır. Fakat bu toprak parçası, milletin tarih ve hayatına sımsıkı bağlıdır. Onu kutsal kılan maddî yönü değil, millet ve tarih ile olan münasebetidir. Bu vatan, binlerce şehit tarafından kazanılmış ve korunmuştur. Bundan dolayı, ona bakarken toprağı değil, onda gömülü olan şehitleri görmelidir.
Toprağın altında kefensiz yatanlar, şehitlerdir. Şehitler kefensiz gömülürler. Toprağı vatan yapan, şehitlerin kanıdır. Vatan toprağının her karışında şehitlerimiz yatmaktadır.
Şair, cennet vatanımızın dünyalara değişilemeyeceğini söylüyor. Eğer her karışında binlerce şehidin yattığı bu topraklar üzerinde düşman gezerse o zaman atalarımız incinecektir. “Şehit oğlu” sözüyle vatan uğrunda canlar veren bir ecdada sahip olduğumuz anlatılmak isteniyor. Uğrunda canlar verilen vatanımıza sahip çıkmak ve onu muhafaza etmek, şehitlerin (atalarımızın) hatırasına olan saygının gereğidir.
Cennet, inanan insanların gideceği yerdir. Her Müslüman cennete gitmek ister. Dünya, cennete değişilmez. Vatan, cennete benzetilmiştir. Bu nedenle değişilmezdir.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ,
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Bu kıtada da “vatan” söz konusu edilmiştir. Bu cennet vatanın uğruna feda olmayacak kimsenin olmadığı söyleniyor. İnancımıza göre şehitler cennete giderler. Bağrında bu kadar çok şehit barındıran toprağın cennetten farkı yoktur. Çünkü, toprak sıkılsa şehitler fışkıracak kadar şehit verilmiştir.
Vatanını seven bir insan için en büyük yoksulluk, vatandan uzak kalmaktır. Şair, vatanın candan ve sevgiliden daha üstün bir değer taşıdığına inanıyor. Allah’tan tek istediği vatanından ayrı düşmemektir. Bunun için canını, cananını kaybetmeyi göze alıyor. Her şeyini kaybetse bile vatan toprağında yatmak onun için yetecektir. İnsan, böyle bir inanca sahip olmazsa vatanı için ölümü göze alamaz.

Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâ-mahrem eli.
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli –
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

Şair ve vatanları uğrunda çarpışarak hayatlarını veren Mehmetçiklerin, hatta Millî Mücadele’ye katılanların dilekleri, kendileri öldükten sonra da aynıdır. Şairin bir Müslüman olarak Allah’tan tek isteği, mabedine yabancı elinin değmemesi ve dinin temeli olan kıymetlere şahadet eden ezanların yurdun üzerinde ebedî olarak işitilmesidir. Yani, vatanımızın sonsuza kadar hür olmasını istiyor. Mabet, ibadet edilen yer demektir.
Üçüncü dizedeki “şehadet” kelimesi şahitlik manasına geldiği gibi ezanda geçen “Eşhedü en lâ ilâhe illallah”, “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah” cümlelerine karşılı gelir. Bunlardan birincisi “Şüphesiz bilirim, bildiririm Allah’tan başka tapacak yoktur.”, ikincisi “Şüphesiz bilirim, bildiririm Muhammed Allah’ın elçisidir.” manalarına gelir.  Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için kelime-i şehadet denilen bu cümleleri tekrarlaması ve bunlara inanması lazımdır. Müslüman ülkelerde günde beş vakit okunan ezan ile İslamiyet’in temelini oluşturan bu cümleler tekrarlanır.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa - taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Şair, önceki kıtada ruhunun Allah’tan tek isteğinin mabedine yabancı elinin değmemesi ve şehadetleri dinin temeli olan ezanların yurdumuzun üstünde sonsuza kadar işitilmesi olduğunu söylemişti. Bu kıtada ise emeli gerçekleştiği takdirde ne kadar sevineceğini anlatıyor. Şair -önceki kıtada olduğu gibi- burada da şehitler adına konuşuyor.
Emeline kavuştuğu takdirde şehidin eğer varsa mezar taşı coşkuyla Cenab-ı Hakk’a bin secde edecektir. Yaralarından kanlı yaşlar aka aka, her şeyden soyunmuş bir ruh gibi naaşı yerden fışkıracaktır. Ve o zaman başı yükselerek belki de arşa değecektir. Arş, göğün en yukarısıdır. Tüm bunlar emele ulaşmanın sevinciyle olacaktır.
Şair dokuz kıta boyunca, inancını bir an olsun kaybetmeden, bir an bile ümitsizliğe düşmeden, derece derece zaferi yakalar. Artık bayrak ve millet istiklale kavuşmuştur.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl.
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Bu kıtada artık istiklal kazanılmış olarak düşünülüyor. Birinci kıtadaki “şafak” kelimesi, güneş battıktan sonraki alaca karanlığı ifade ediyordu. Bu kıtadaki “şafak” ise güneş doğmadan önceki alaca karanlığı ifade eder. Bu vakit gündüzün, aydınlığın özetle zaferin müjdecisidir.
Birinci kıtadaki “nazlı hilal”, son kıtada “şanlı hilal”e dönmüştür. Yeni, aydınlık ve hür ufuklar, şanlı hilalin dalgalanışıyla süslenecektir. Bayrak artık şafaklar gibi şanlı, dalgalanacaktır. İstiklal kazanıldığı için bayrak uğruna dökülen bütün kanlar ona helaldir. Zira bundan sonra sonsuza kadar bayrağa ve Türk milletine yok olma, yere düşme, yeryüzünden silinme şeklinde bir tehlike yoktur. Türk bayrağı ezelden beri hür yaşamıştır, bundan sonra da hür yaşamak hakkıdır. Hakk’a tapan Türk milleti de istiklali hak etmiştir.
  
Not: Bu açıklamalar, Mehmet KAPLAN ve İsa KOCAKAPLAN’ ın tahlillerinin birleştirilmesiyle ve bazı ilavelerle oluşturulmuştur.

                                            


Ahilik Kültürü - Aziz Aslan

AHİLİK KÜLTÜRÜ- Aziz Aslan           Ahilik, Anadolu Selçuklu Devleti'nin son dönemleriyle Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemi aras...