28 Mart 2017 Salı

Daldan Düşen Gelsin – Aziz Aslan


DALDAN DÜŞEN GELSİN

Adamın biri ağacın dalından düşmüş, kolu çıkmış. Can havliyle bağırırken etrafındakiler yanına koşmuşlar. Biri bacağından yakalamış bir tarafa çekiyor, öteki diğer kolundan yakalamış başka tarafa çekiyor. Canı daha da çok yanan adam bağırmış ve demiş ki; " Lütfen bana daldan düşen birini getirin. Benim halimden ancak o anlar."Bu kıssadan hisse çıkarmak lazım. Bazı çekilen çileleri en iyi çeken bilir. Yani yaşayan bilir.

Hayatı boyunca hiçbir şeyi hazır bulmamış ve hep yokuş yukarı koşturarak kazanımlar elde etmiş, inatçılığından defalarca daldan düşüp , çok şükür ayağa kalkmayı becerebilen birisiyim. Gerçi bizi çoğu zaman daldan düşenler de anlayamadı ama olsun. Tabi anlayabilmek de farklı bir özelliktir.        
           
 İnsanoğlu açık kapılarını şifalandırdıkça, niyetini temiz tutup Allah'a teslim oldukça her zaman güvendedir.
           
Sakin, huzurlu, dengeli, ilahi akışa yönelmişseniz, ruhunuzla hareket ediyorsunuz demektir.
           
Her ne iş yapıyorsak yapalım, her kime yardım ediyorsak edelim, karşılık beklemeden bir tek Allah rızası için yapalım.
           
Hepimizin doğrusu farklı lakin hakikat tektir. Her şeyin en doğrusunu bir tek Allah bilir. Bu dünyada herkes kendisine verilen görevi yapıyor. Hoşgörülü olmak gerekir. İnsanoğlu her şeyi kendi başardığını zannediyor. Oysa başartana bakmak lazım.
               
Biz hakikati bulmaya niyet edelim. Ve herkesin doğrusuna saygı duyalım. Hazmedelim, affedelim, helalleşelim. Kin gütmeyelim, üretken olalım. Çalışalım ve şükredelim. Haklı çıkmak yerine, barış içinde mutlu olmayı seçelim. Yaradan’dan ötürü, yaratılanı sevelim.

Ey! Kendilerini Asalet Üzerine Takdim Edenler!
Kerameti Kendilerinden İbaret Sananlar!
Kendilerinden Başka Doğru Tanımayanlar!
Unutmayın Ki; Asalet Boyda Değil, Soydadır.
İncelik Belde Değil, Dildedir.
Doğruluk Sözde Değil, Özdedir.
Güzellik Yüzde Değil, Yürektedir.
           
Sözün sonu; Daldan düşeni beklemeyin. Gelmez. Başınızın çaresine bakın.
         
Allah'a emanet olun.

28.03.2017/ Köşe-Kocatepe Gazetesi

NASIL DAHA FAZLA KİTAP OKURUM ?

NASIL DAHA FAZLA KİTAP OKURUM?

Barış Ünver- 25 Aralık 2016
2015 yılında 79, 2016 yılında 84 kitap okudum. Üstelik bunları yaparken 3-4 farklı mecrada yazarlık yaptım, bir işletme kurdum, yüksek lisans eğitimime başladım ve kitap okuma işi her zaman bir “boş zaman etkinliği” olarak kaldı. Müsaadenizle bu konuda birkaç kelam etmek, nasıl daha fazla kitap okunur, onu anlatmak istiyorum.

1. EN BASİT KURAL
Günde 1 sayfa, yılda 1 kitap ediyor.
Çok basit, ama çok etkili ve çok doğru bir kural bu. Ülkemize de uygun, zira TÜİK verilerine göre her gün kitap okumaya ayırdığımız süre ortalama 1 dakikaymış! Neyse, memleket insanını kötülemeyi kendini üstün gören entellere bırakacağım. Ben “Nasıl daha fazla kitap okurum?” sorusunun cevabını vereyim.
Bir kitap ortalama 300-350 sayfa arasında. En azından benim okuduklarım öyle. 100 sayfalık kitap da okuyorum, 500 sayfalık da okuyorum, 900 sayfalık da okuyorum. Ortalaması 350’ye yakın.
350’ye yakın olan bir şey daha var: 1 yıldaki gün sayısı. Bu durumda çocukça bir hesap yaparak, günde 1 sayfa kitap okuyarak yılda 1 kitabı bitirebileceğimizi söyleyebilir miyiz? Elbette.
Tabii, 1 sayfa kimseyi doyurmaz. Kitap okumayı sevmeyen birisi bile, başladığı kitabın 1 sayfasını okuyup bırakmaz, oturur hiç değilse 5-10 sayfa okur. Bu da yılda 5-10 kitap eder, her gün okumak kaydıyla. (Hadi her gün demeyelim, 15 gün “yıllık izin” verelim. 365 eksi 15 eşittir 350.)
Ben günde 50 sayfa civarı kitap okumaya vakit ayırabiliyorum. Zaman konusunda da, öyle uzun bir süre ayırmam gerekmiyor aslında. Buyurun ona da bakalım.

2. KİTAP NE ZAMAN OKUNUR?
Bir sayfayı kaç dakikada okuyorsunuz? (Ben biraz yavaş okurum, bir sayfayı 1 buçuk ila 2 dakikada okurum. Kendimi kitaba iyice kaptırırsam dakikada 1 sayfa okuyabiliyorum tabii.) Her gün okuyacağınız sayfa sayısını, okuma hızınızla çarpın, günde ne kadar vakit ayırabileceğinizi bulun.
Peki, kitap nerelerde, hangi şartlarda okunabilir?
Ben kitaplarımı yolculuk yaparken (bana göre metro, size göre öğrenci/personel servisi, metrobüs, 500T otobüsü falan) okuyorum mesela.
Boş vaktimi değerlendirmek için kafeye gittiğim de oluyor, örneğin bugün gidip 70 sayfa civarı okuyuverdim, Türk kahvesi eşliğinde.
Yatmadan önce kitap okumak da dünyada her milletin alışkanlığı. Yalnız burada bir detay var: Roman, şiir vb. dışında kitap okumayın; kişisel gelişim veya siyaset gibi kitaplar okuduğunuzda uykunuz açılıyor, felsefe veya din kitapları okuduğunuzda da aniden uykunuz gelebiliyor! :)
Kimseye söylemeyin, çünkü çok ayıp, ama tuvalette de kitap okunabiliyor.
Elbette bunların dışında “kitap okumamanız gereken zamanlar listesi” yok. İstediğiniz an, istediğiniz yerde, istediğiniz şekilde kitabınızı okuyun kardeşim, kasmayın bu kadar. 2 dakika boşluk bulduğunuzda 1 sayfa kitap okunuyor diyorum.

3. O KADAR KİTABA NASIL PARA YETİŞTİRİLİR?
Şimdi, yılda 50 kitap okumaya karar verirseniz ortalama 25 liradan 1250 lira harcamak gerektiğini düşünebilirsiniz. Yok öyle bir şey.
Birincisi, kitaba para vermeniz bile şart değil. Şehrinizdeki kütüphaneye uğrayın, aradığınız kitabı ödünç alın veya ödünç alacağınız kitaplar arayın. Kütüphane candır.
İkincisi, kitap alacaksanız illa deli gibi para dökmek zorunda değilsiniz. Kitap satan internet sitelerinde neredeyse yılın her günü minimum %25 indirim oluyor. Kitabevlerini gezmek gibi olmuyor ama ben de bu durumu şöyle aşıyorum: Kitabevlerinde geziyorum, beğendiğim kitapları not alıp eve dönünce internetten sipariş ediyorum.
Üçüncüsü, e-kitap okuyucu diye bir şey çıktı. Tabii bizim dangalak yayıncılarımız yüzünden e-kitaplar normal kitaplarla neredeyse aynı fiyata satılıyor (Depolama masrafınız mı var, kargo masrafınız mı var, bakım masrafınız, yangın sigortanız mı var vicdansızlar!) ve dolayısıyla kendi elleriyle bizi korsana yönlendiriyorlar (Oh olsun!) ama e-kitap okuyucusu her ihtimalde geleceğin kitap okuma aracı olacak, orası kesin. (“Kitap kokusu olmadan olmaz, e-kitap okuyucular yaygınlaşamaz” diyen romantik arkadaşları, analog fotoğraf makinelerinin hiçbir zaman eskimeyeceğini iddia eden amca ve teyzelerin yanına alalım.)

SONUÇ
Kitap okumak zor bir iş değil arkadaşlar. Kafanızda çok ulaşılmaz bir yere koyuyorsunuz, gözünüzde çok büyütüyorsunuz ve “Kitap okumaya bile vaktim olmuyor şekerim.” deyip her akşam 4 saat dizi izleyen dangozlara dönüşüyorsunuz. Beni kötü konuşturmayın şimdi.
Günde 1 sayfa diyorum. Günde 2 dakika diyorum. Zaten 1 sayfa okuyunca gerisi geliyor diyorum. Günde 15 sayfa okuyun, ayda 1 kitabınız garanti diyorum.

PAYLAŞIN
2017 yılında vereceğiniz en önemli karar, daha fazla kitap okumak olsun. Bu yazıyı paylaşarak bu kararınızı arkadaşlarınıza duyurabilir, hatta onları da gaza getirip kendi aranızda “2017 yılı kitap okuma yarışması” düzenleyebilirsiniz! Bu yazıyı daha çok kişiye ulaştırın ki, hiç değilse ülkenin kitap okuma ortalamasını yükseltmiş olalım.


21 Mart 2017 Salı

SAYGILAR ÖZSAYGI! ÖZDEĞERLERİMİZ...




SAYGILAR ÖZSAYGIM! ÖZDEĞERLERİMİZ...


Yüksek öz saygı, hatalarla ve kaybedişlerle başa çıkmamızı sağlar. Bir kez kaybettinizmi geri kazanmanın pek de kolay olmadığı ve insanın kendine olan saygısını kaybetmesine sebep olduğu en önemli unsurdur
“ÖZ DEĞERLERİMİZ”...

CAHİDE GÜNAY


ÖZSAYGI VE ÖZDEĞER; İnsanın kendi karakterini belirleyen temel şey sahip olduğu değer yargılarıdır. O yüzden insanın ilk sırada gözeteceği husus hayatını ne derece bu “öz değerlere” göre yaşadığıdır. Her ne kadar çevresel koşullar, toplumsal baskılar ve sahip olunan sorumluluklar bunu yüzde yüz oranında gerçekleştirmemize mani de olsa insanın bu hayatta varoluş sebebiyle paralel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gereken bir husustur “öz değerlerimiz”..Bir kez kaybedildi mi geri kazanmanın pek de kolay olmadığı ve insanın kendine olan saygısını kaybetmesine sebep olduğu en önemli unsurdur “öz değerlerimiz”.. Aynı gibi gözükse de, öz irade ve öz disiplin birbirini tamamlayıcı birer unsurdur aslında. Ancak irade sahipleri belli bir disiplin içerisinde hayatlarını bir düzen ve ahenk içerisinde idame ettirebilir. Öz disiplin ve öz irade sahiplerinin yaşamları bazılarının iddia ettiği gibi tekdüze değil tam aksine belli bir düzen ve intizam içerisinde olur..
Öz Saygı -Kendimizle ilişkimizde dürüst olabilmektir. -Kendimizle ve özellikle de zayıflıklarımızla yüzleşmek ve kendimizden bir şey saklamamaktır. -Gerçekte hatalarla doğduğumuzu bilmek ve hata yaptığımızda kendimizi kötü hissetmemektir. -İnsanların bize yönelttiği eleştirileri kabul edebilmektir. -Karşımızdakine gerektiğinde hayır diyebilmesini bilmektir. -Sabahları uyandığımızda, kalkmak için sabırsızlanmaktır. -İnsanların gözünün içine bakabilmektir. -Hata yapınca, kendimize mazeretler, özürler yaratıp, bahanelerin arkasına gizlenmemektir.
Yüksek öz saygının nitelikleri-  İki çeşit düşük öz saygı arasında denge kurulmasıyla oluşan davranış ve düşünme biçimleridir. 1-Kendi doğruları ve başkalarının doğruları, hakları arasında denge kurma. 2-Kendine ve başkalarına değer verme. 3-Abartılı olmayan bir şekilde iltifat etmek ve İltifat kabul etmek. 4-Dostça, içtenlikle rahat davaranışlar içersinde olmak. 5-duygularının farkında olma ve onları yönetebilme. 6-Enerjik olma ve yaşamdan keyif almak. Kişinin hedef aldığı bir ideal kişiliği ve bir de dışarıdan görünen kişiliği, imajı vardır. Bu ikisi arasındaki fark ne kadar çoğalırsa, kişinin kendisine saygısı o kadar azalır. Bu fark azaldıkça da öz saygı artar. Yüksek öz saygı, hatalarla ve kaybedişlerle başa çıkmamızı sağlar.

18 Mart 2017 Cumartesi

Kalp kırıp, gönül yıkıp, gönlünüzün sağlam olmasını kesinlikle beklemeyin... CAHİDE GÜNAY


BİR GÜN...

CAHİDE GÜNAY

“Umudunu yitirenler yaşamı farketmeden gün tüketenlerdir.” Bir gün hiç ummadığınız zamanda, bırakıp giden umutlar  elleri dolu dolu geri gelir. Bir gün hayata dair umutlarınızı yitirmediğinizde güneş ansızın doğar gönlünüzün DUALARINA. Bir gün güçlü olmak zorunda olduğunuzu öğrendiğinizde yaşamın renklerini görmeye başlarsınız. Üstüste geldiğinde tüm sıkıntılar, bitti dediğinizde ve  gücünüzü kaybettiğinizde yeşerir umutlar fakat umudunuzu kaybetmediğinizde... Asla umudunuzu kaybetmeyin,  en üzgün anınızda, gözyaşlarınızı umut ışıklarının kurutacağını unutmayın. Yaşamın kıymetini bilmek için kaybetmeyi beklemeyin. Mutluluğu uzaklarda, hayallerde, gelecekte aramayın, geçmişe takılıp kalmayın... Yaşadığınız zamanın gelecek için kurguladığınız hayallerden daha gerçekçi olduğunu hatırlayın. Hayallerinizi şimdiki zamanın gerçekliği ile süsleyin süsleyebildiğiniz kadar. Bir gün yaşamaya karar verin. Yaşamak için, mutluluğunuz için çabalayın. Yaşamın çabasız mutluluk lüksünü sunmadığını aklınızdan çıkarmayın. Elde edebildiklerinizin her an yitirebileceğinizi, daim olanları kazanmanın yolunu arayın. Daim olanın çok hassas olduğunu bilip nazikçe sarın, sevgiyi sarın ve koruyun gönlünüzde. Gönül yıkıp, gönlünüzün sağlam olmasını beklemeyin. Bir gün umudunuzun temelleri ile hayatınızın rotasını gönlünüzün çizebileceğini aklınızdan çıkarmayın. Aklınızı vicdanın hizmetine sunun, kalbiniz fethetsin gönülleri o zaman. Sizin kıymetinizi bilen de bilmeyen de varolsun, sağolsun diyin ve yolunuza devam edin. Yaşamayı her daim umutla ayakta tutmayı bilin, bilerek yaşayın birgün. Hayata gözlerini açtığınız her günün değerini bilip, gözle gördüğünüzü gönül ile hissedin... Geçici olana hiç bitmeyecek gibi sarılırsanız,  yitirdiğinizde sırtını çevirdiğiniz her şeye üzülürsünüz... İçlenmenin acısı sarar vicdanınızı. Yaşamı hiç bitmeyecek sanarken, sevdiğimiz her şeyi yitirirken geleceğe odaklı yaşayıp anı kaybettiğimizi bilmemek en büyük suç... Umudun gözlerini kör eden de yaşamı ertelemek değil mi zaten? Yaşamın hiç ummadığınız zamanlar ve kişiler ile can bulabileceğinizi unutmayın. Bir gün anlam bulamadığınızda, yaşamı umursamadığınızda kapınızda belirecek umudun ancak siz istediğinizde geleceğini bilin. Yaşamınızda kaybedenler umudunu yitirenlerdir. Umudunu yitirenler yaşamı farketmeden gün tüketenlerdir. Bir gün hatırlarsınız geçmişi hüzünler içinizi kaplar veya tatlı bir gülümse eşliğinde anılara açılırsınız uzun sessizliğinde. Bir gün vazgeçersiniz hedeflerinizden o zaman sessizliği bozacak bir işaret gelmez kaderden. Bir gün umudunuzu sakladığınız yerde tesadüfen bulursunuz, tesadüf değildir aslında bu, kaybetmediğiniz umudun doğru anı beklemesidir. Bir gün seversiniz, sakladığınız umutların gücüne sayısız katkıda bulunursunuz. Bir gün sevginin karakterinin yansıması olduğunu görürsünüz. Ruhunuz kadar sevebilirsiniz, iç dünyanın güzelliği kadar  güzeldir sevginizde... Hayatı sevdiğiniz kadar sahiplenirsiniz. Bir gün tüm gücünüzü çekinmeden seven bir kalbin varlığına emanet edersiniz. Umudunuza umudunu katar ve  zamanı adımlamaya devam edersiniz BİRGÜN...



16 Mart 2017 Perşembe



NE VERİRSENİZ KARŞILIĞINDA ONU ALIRSINIZ!
Yaşam büyük bir tarla aslında!

Cahide GÜNAY


Yaşamı bir tarla düşünün, yaşadıklarınızı da tohum olarak, bu tohumları ne kadar iyi ekerseniz, o kadar iyi verim ürün alırsınız, kötü eker ve ilgisiz bırakırsanız, verimini asla alamazsınız... Başarı ve hedefler de böyle bir şeydir, tarlaya ektiğiniz tohumlar, emek gösterirseniz büyür ve iyi verimlerini vermeye başlarlar... O sizin emeklerinizin karşılığıdır... Ektiğiniz tohumlara özen gösterip bakım yapmazsanız, verim alamazsınız... Hayatınız ve yaşadıklarınız koskocaman bir tarla gibidir aslında... Bu büyük tarlanızda, insanlar, iş hayatı, aile yaşantınız, arkadaşlarınız ve niyetleriniz ekilidir... Kendi yaşam tarzınıza özen gösterirseniz kaliteli bir yaşam tarzınız olur, etrafınızdaki insanlara saygı gösterirseniz saygı alırsınız, sevgi gösterirseniz sevgi alırsınız, sözün özü «ne verirseniz karşılığında, aslında onu alırsınız...»

13 Mart 2017 Pazartesi

EN VİCDANSIZ YARGI ÖNYARGIDIR! YAZAR CAHİDE GÜNAY



EN VİCDANSIZ YARGI ÖNYARGIDIR...

CAHİDE GÜNAY



"Eğer önyargılar davranışa dönüşür ise, artık bunun adı dışlamadır. Yani önyargı bir tutum, dışlama ise bir davranıştır." Kendimiz hakkında, yapabileceğimize inandığımız şeylere göre hüküm veririz. Başkaları ise hakkımızda, yapmış olduğumuz işlere göre hüküm verirler. Önyargı, bir kişi ya da olaya ilişkin yeterli bir bilgi edinmeden, önceden , peşin bir bir karara varmış olma durumudur. Yaşadığımız toplum çocukluğumuzdan itibaren kulağımıza fısıldadığı her kelime ve sunduğu her resim, önyargımızın temel taşlarıdır. Önyargı, insanların düşüncesizliğine bir kılıftır. En vicdansız yargı önyargıdır. Önyargı bireylere, düşüncelere, belirli bir insan topluluğuna ya da nesnelere ilişkin olabilir. Önyargılar kişinin, topluluğun ve nesnenin karşısında olmak yada yanında olmak biçiminde ortaya çıkabilir. Fakat genellikle olumsuz, yani karşı olmak biçimi ağır basar. Önyargılar bazen da acele karar vermekten kaynaklanır... Bir iki tecrübeden hemen genel geçer bir hüküm çıkartılır. Eğer önyargılar davranışa dönüşür ise, artık bunun adı dışlamadır. Yani önyargı bir tutum, dışlama ise bir davranıştır. Önyargı bazen belli gerekçelere ve ön bilgilere dayansa da, haklı gerekçesi olmadan diğerlerinin kötü olduğunu düşünmek, önyargının nefret boyutudur. Önyargı bir taraf tutma biçimidir. Sakız gibidir,bir kez bulaştı mı uzar gider, yapışır kalır ve çok şişerse suratınıza patlar. Erken yargılar yeni bilgilerle yüzleşince değişmiyorsa önyargıya dönüşmüş demektir. İlk defa gördüğünüz bir insanın yada karşılaştığımız biri durum hakkında söz söylemekte acele etmeyin. İyi bir gözlemci olun. Hayatı analiz ederken etiketlemeden yolunuza devam edin. İnsanların ırkına, cinsiyetine, tuttuğu takıma, parmağındaki yüzüğün türüne yada bıyığının kesimine, dış görünüşüne bakarak değerlendirmeyin. Empati yapın. Sizler başkalarının zannettiği kişiler değilsiniz, ancak birini yaşamaya başladığınızda tanımaya başlarsınız... Hiçbir şey yaşamadan öğrenilmez...



11 Mart 2017 Cumartesi

İSTİKLÂL MARŞI VE AÇIKLAMASI


İSTİKLÂL MARŞI VE AÇIKLAMASI



         Kahraman Ordumuza
         
         Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
         Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
         O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
         O benimdir, o benim milletimindir ancak.

İstiklal Marşı’nın yazıldığı dönemde Türk ordusu düşmanla savaş hâlindedir. Bu yüzden ordu ve millete cesaret vermek isteyen şair, şiirine “Korkma…” kelimesiyle başlar. Bu, bir sesleniştir. Şair, Türk milletine sesleniyor.
İki türlü korku vardır: Adi korku ve asil korku. İlk korkuda ödleklik anlamı vardır. Ancak, korkmak her zaman ödü patlamak anlamında değildir. Çoğu zaman da asil bir duygudur, insanî bir endişedir. İnsanların kaybetmeyi göze alamayacakları değerleri vardır. Mesela, milletin başına bir şey gelir diye korkmak, istiklalin kaybedileceğinden endişe etmek, asil bir korkunun ifadesidir.
Şairin “Korkma…” diye seslenmesi, asil bir endişenin, kaygının ifadesidir. Milletimiz istiklalini kaybetme korkusu içindedir. Şair, milletin endişe etmemesi gerektiğini; çünkü istiklalin kaybedilmeyeceğini söylüyor.
Birinci dizedeki şafak, güneş battıktan sonraki alaca karanlık zamanı anlatır. Şafağın bir anlamı da güneş doğmadan önceki alaca karanlıktır. İstiklal Marşı, sembolik olarak, iki şafak arasını anlatır. Akşamın şafağı Millî Mücadele’nin başlangıcı, sabahın şafağı ise bitişidir. Akşamın şafağından korkulur; çünkü arkasında karanlık bir gece vardır. Ancak, her gecenin bir sabahı olduğuna göre, içinde bulunulan karanlığın uzun süreceğini sanarak korkuya kapılmamalıdır. Biraz sonra şafak sökecek ve karanlık son bulacaktır. Bu benzetme şairin, Türk milletinin, bağımsızlığına çok kısa sürede kavuşacağı hakkındaki kesin inancını ortaya koyar.
Birinci dizede yüzmek, dalgalanmak manasındadır. Şafağın rengi kırmızıdır. Al sancak ise Türk milletinin sembolüdür. Türk bayrağının al rengi şairde bir alev izlenimi uyandırmıştır. Bu alev “sönmez”. Zira onun çıktığı kaynak, her Türk ailesinin evinde yanan ocaktır.
Ocak, ateşin yandığı yerdir; sonradan ev anlamını kazanmıştır. Ocakta ateşin yanıyor olması canlılığa işarettir. Yurdun üstünde tüten en son ocak kaldıkça, bu bayrağın alevi bu şafaklarda dalgalanacaktır; milletimiz istiklalini kaybetmeyecektir. Yeter ki o ocak tütmeye devam etsin. Şair bu benzetmeyle “bayrak” ile “millet” arasındaki bağlantıyı ifade ediyor. İkinci dize, aynı zamanda, “Son fert olarak kalsan bile bayrağı indirtmemek için, istiklali kaybetmemek için mücadele edeceksin.” demektir.
Üçüncü dizede şair bayrağımızdaki yıldız ile gökteki yıldızı birleştirir. Gökteki yıldıza kimsenin eli dokunamayacağı gibi, “Türk milletinin yıldızı” olan bayrağa da kimse el süremez. Ayrıca; yıldız, beyazdır ve gece parlar. Millî Mücadele gece ise bayrağımızın yıldızı o gecede parlayacaktır. Yıldızın parlaması bir ışıktır. Işık, karanlıkta ümidi ifade eder. 
Yıldız kelimesi aynı zamanda kader, talih manalarına da gelir. Bayrak milletin kaderini, talihini temsil eder. O parlıyorsa, millet de aydınlık günlerini yaşamaktadır. Onun sonu, milletin sonudur. Şair üçüncü dizeyle Türk milletinin ve istiklalimizin sembolü bayrağımızın kesin olarak sonsuza kadar yaşayacağını ve dalgalanacağını belirtir. Bundan zerre kadar şüphesi yoktur. Şairin bu hayallerle belirtmek istediği Türk milletinin ölmezliği fikridir. O, ordu ve millete “Korkma…” derken böyle bir inanca dayanır. Millî Mücadele’nin zafere ulaşması işte bu sarsılmaz imanın sonucudur.

Dördüncü dizede muhteşem bir bencillik ve sahiplenme duygusu vardır. Buradaki bencillik gereklidir. Çünkü, bencilce muhafaza etmek zorunda olduğumuz değerlerimiz vardır. Bayrağımızı ve istiklalimizi işte böyle bir bencillikle muhafaza etmeliyiz.

Çatma kurban olayım çehreni, ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin, istiklâl!

Şair hilale, yani Türk bayrağına hitap ediyor. Edebiyatımızda sevgilinin kaşı hilale benzetilir. Bayrak nazlı bir sevgili gibi kabul ediliyor. Bayrak sevgilinin yüzüdür, hilal ise kaşı. Bayrak, bütün bir milletin sevgilisidir. Çehre, yüz demektir ve kullanımı yerindedir. Çünkü, yaratılmışlar içinde ruh hâli çehresine yansıyan tek varlık insandır.
Sevgilinin kaşlarını çatışı nasıl âşığı elemlere sürüklerse istiklalin tehlikede olması da milleti elemlere sürükler. Çehresi çatık olan aslında millettir. Milletin çehresi istiklal tehlikede olduğu için çatıktır. Şair, milletin istiklalini kaybetmemesi için canını vereceğini söylüyor.
İkinci dizede şair, ırkının kahraman olduğunu belirterek milletiyle ve milliyetiyle övünüyor. Vatanın timsali olan sevgiliye (hilale) gülmesi için yalvarır. Bayrağın kahraman ırkımıza gülmesi demek, istiklalin kaybedilmemesi demektir. Bayrak gülmediği, yani istiklal tehlikede olduğu için şiddet ve celâl vardır. Bayrak kahraman Türk ırkına gülmediği takdirde, bu millet onun uğruna döktüğü kanları kendisine helâl etmeyecektir; çünkü bayrak, rengini bu al kanlardan almıştır. Dolayısıyla Türk milletine borçludur.
Son dizede “Hak” kelimesi iki manada kullanılmıştır. Birinci manaya göre Hak, Tanrı manasına gelir. Müslüman olan Türkler ona taparlar. Hak kelimesinin diğer manası adaletle ilgilidir. Hak aynı zamanda yapılan bir iş, fedakârlık veya durum karşılığı alınması gereken paydır. Şair bu beyitte istiklal kavramı ile Hak (Tanrı ve adalet) kavramı arasında münasebet kurmaktadır. Milletler yüksek kıymetlere inandıkları ve bağlı bulundukları takdirde istiklale hak kazanırlar. Hakk’a tapan bu millet istiklali hak etmiştir.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Bu kıtada “hürriyet” kavramı söz konusudur. Burada şair “ben” kelimesini kullanmakla beraber kastolunan Türk milletidir. Şair, burada Tür milletini konuşturmaktadır. Ezel, öncesi olmayan zamandır. Türk milleti ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşamaya alışmıştır. Ona zincir vurulamaz.
Zincir vurmak, esir etmek manasındadır. Bizi esir etmek isteyenler çılgın olarak nitelendiriliyor. Ayrıca, Batılılar Kuva-yı Milliyeciler için “çılgın” kelimesini kullanıyorlar. Çünkü, istiklal mücadelemizin başarıya ulaşmasını mümkün görmüyorlar. Şair, asıl çılgının onlar olduğunu demeye getiriyor. Asıl onlar olmayacak işe giriştikleri için, ezelden beri hür yaşamış Türk milletine zincir vurmak istedikleri için çılgındırlar.
Üçüncü dizede Millî Mücadele bir sele benzetiliyor. Fizik kurallarına göre suyu sıkıştırmak ve esir etmek mümkün değildir. Sıkıştırılamadığı için bent yapılır. O durumda da su, bendi ya yıkar ya da üstünden aşar. Bent esaret anlamına; kükremiş sel gibi olmak da esareti kabul etmemek anlamına gelir.
Ezelden beri hür yaşamış Türk milleti, esir edilmek istendiği takdirde kükremiş sel gibi, bendini çiğneyerek aşacaktır. Dağları yırtacak, okyanuslara sığmayarak taşacaktır. Hürriyetin başlıca özelliği sınır tanımamaktır. Hür yaşamak Türk milletinin karakteristik bir özelliğidir.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma, nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Bu kıtada savaşan iki taraf, Türk milleti ile Batı dünyası karşılaştırılmaktadır. Garp (Batı) çelik zırhlarını kuşanmış, silahlarına güvenerek Türkiye’ye saldırmıştır. Düşmanın bu maddî üstünlüğüne karşın Türk’ün sarsılmayan imanı vardır. İman, insanın taşıdığı manevi inançların bütünüdür. Batı’nın çelik zırhlı duvarları varsa Mehmetçiğin de iman dolu göğsü vardır. İnsanı üstün kılan maddî güç değil, imanıdır. Ordular ne kadar gelişmiş savaş aletleriyle donatılmış olurlarsa olsunlar eğer güçlü bir imana sahip değillerse başarılı olmaları mümkün değildir.
Serhat, sınır boyu demektir. Sınırları askerler korur. İman dolu göğüsleriyle askerlerimiz çelik zırhlı duvarların karşısında duruyorlar.
Canavar, can alıcı mahlûktur. Tek dişi kalmış canavarlar daha vahşîdir. İhtiyarlığı sembolize eder.
Dördüncü dizede medeniyet, canavara benzetilmiştir. Saldırgan medeniyet, can çekişmekte olan ve can havliyle son saldırışlarını yapan, tek dişi kalmış bir canavarı andırır. Tek dişi kalmış demesinin sebebi, dehşet verici gözükmesine rağmen eski gücünü kaybetmiş ve ölmek üzere olmasından kaynaklanır. Burada bütün vahşîliğine rağmen, kendisini medenî diye tanıtan Batı dünyasıyla bir alay da vardır.
Şair medeniyete karşı değildir. O, medeniyet adı altında yapılan vahşete ve zulme karşıdır. Anadolu’yu işgal edenler, işgallerini haklı gösterebilmek için Batı Anadolu’da barbar Türkler olduğunu ve onları medenîleştirmek için geldiklerini söylüyorlar. İşte şair bu tür medeniyetin düşmanıdır.
Üçüncü dizede “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak, varsın ulusun, onda artık korkulacak bir taraf kalmamıştır.” deniyor. Burada millete ümit ve cesaret aşılanmaktadır. Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın, ne kadar ulursa ulusun, sonunun geldiği; bu canavarın Mehmetçiğin göğsündeki imanı boğmaya gücünün yetmeyeceği söyleniyor. Bu nedenle  -yine “korkma” kelimesiyle- o canavarın ulumasından endişe edilmemesi gerektiği belirtiliyor.

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın;
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın;
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.

Şairin “arkadaş” diye hitap ettiği düşmanla savaşan askerimizdir. Türk yurdunu işgal hareketi hayâsız bir akın, işgale gelenler ise alçak olarak nitelendiriliyor. Şair, Türk askerinden yurdumuza alçakları uğratmamasını, bu hayâsız akını, göğsünü siper ederek durdurmasını istiyor; çünkü alçakları durdurmanın tek yolu, Mehmetçiğin iman dolu göğsünü siper etmesidir.
Son iki dizede imanın karşılığı olan “zafer” müjdelenir. Allah, kitabında inananlara zafer vadetmiştir. Zaferin yakınlığı inananların gayretine ve kahramanlığına bağlıdır. Şair geleceğe büyük bir inançla bakarak zaferin çok yakın olduğunu belirtiyor.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!
Sen şehîd oğlusun, incitme yazıktır atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

Bu kıtada “vatan” söz konusu ediliyor. Dış görünüşü bakımından vatan bir toprak parçasıdır. Fakat bu toprak parçası, milletin tarih ve hayatına sımsıkı bağlıdır. Onu kutsal kılan maddî yönü değil, millet ve tarih ile olan münasebetidir. Bu vatan, binlerce şehit tarafından kazanılmış ve korunmuştur. Bundan dolayı, ona bakarken toprağı değil, onda gömülü olan şehitleri görmelidir.
Toprağın altında kefensiz yatanlar, şehitlerdir. Şehitler kefensiz gömülürler. Toprağı vatan yapan, şehitlerin kanıdır. Vatan toprağının her karışında şehitlerimiz yatmaktadır.
Şair, cennet vatanımızın dünyalara değişilemeyeceğini söylüyor. Eğer her karışında binlerce şehidin yattığı bu topraklar üzerinde düşman gezerse o zaman atalarımız incinecektir. “Şehit oğlu” sözüyle vatan uğrunda canlar veren bir ecdada sahip olduğumuz anlatılmak isteniyor. Uğrunda canlar verilen vatanımıza sahip çıkmak ve onu muhafaza etmek, şehitlerin (atalarımızın) hatırasına olan saygının gereğidir.
Cennet, inanan insanların gideceği yerdir. Her Müslüman cennete gitmek ister. Dünya, cennete değişilmez. Vatan, cennete benzetilmiştir. Bu nedenle değişilmezdir.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ,
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Bu kıtada da “vatan” söz konusu edilmiştir. Bu cennet vatanın uğruna feda olmayacak kimsenin olmadığı söyleniyor. İnancımıza göre şehitler cennete giderler. Bağrında bu kadar çok şehit barındıran toprağın cennetten farkı yoktur. Çünkü, toprak sıkılsa şehitler fışkıracak kadar şehit verilmiştir.
Vatanını seven bir insan için en büyük yoksulluk, vatandan uzak kalmaktır. Şair, vatanın candan ve sevgiliden daha üstün bir değer taşıdığına inanıyor. Allah’tan tek istediği vatanından ayrı düşmemektir. Bunun için canını, cananını kaybetmeyi göze alıyor. Her şeyini kaybetse bile vatan toprağında yatmak onun için yetecektir. İnsan, böyle bir inanca sahip olmazsa vatanı için ölümü göze alamaz.

Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâ-mahrem eli.
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli –
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

Şair ve vatanları uğrunda çarpışarak hayatlarını veren Mehmetçiklerin, hatta Millî Mücadele’ye katılanların dilekleri, kendileri öldükten sonra da aynıdır. Şairin bir Müslüman olarak Allah’tan tek isteği, mabedine yabancı elinin değmemesi ve dinin temeli olan kıymetlere şahadet eden ezanların yurdun üzerinde ebedî olarak işitilmesidir. Yani, vatanımızın sonsuza kadar hür olmasını istiyor. Mabet, ibadet edilen yer demektir.
Üçüncü dizedeki “şehadet” kelimesi şahitlik manasına geldiği gibi ezanda geçen “Eşhedü en lâ ilâhe illallah”, “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah” cümlelerine karşılı gelir. Bunlardan birincisi “Şüphesiz bilirim, bildiririm Allah’tan başka tapacak yoktur.”, ikincisi “Şüphesiz bilirim, bildiririm Muhammed Allah’ın elçisidir.” manalarına gelir.  Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için kelime-i şehadet denilen bu cümleleri tekrarlaması ve bunlara inanması lazımdır. Müslüman ülkelerde günde beş vakit okunan ezan ile İslamiyet’in temelini oluşturan bu cümleler tekrarlanır.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa - taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Şair, önceki kıtada ruhunun Allah’tan tek isteğinin mabedine yabancı elinin değmemesi ve şehadetleri dinin temeli olan ezanların yurdumuzun üstünde sonsuza kadar işitilmesi olduğunu söylemişti. Bu kıtada ise emeli gerçekleştiği takdirde ne kadar sevineceğini anlatıyor. Şair -önceki kıtada olduğu gibi- burada da şehitler adına konuşuyor.
Emeline kavuştuğu takdirde şehidin eğer varsa mezar taşı coşkuyla Cenab-ı Hakk’a bin secde edecektir. Yaralarından kanlı yaşlar aka aka, her şeyden soyunmuş bir ruh gibi naaşı yerden fışkıracaktır. Ve o zaman başı yükselerek belki de arşa değecektir. Arş, göğün en yukarısıdır. Tüm bunlar emele ulaşmanın sevinciyle olacaktır.
Şair dokuz kıta boyunca, inancını bir an olsun kaybetmeden, bir an bile ümitsizliğe düşmeden, derece derece zaferi yakalar. Artık bayrak ve millet istiklale kavuşmuştur.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl.
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Bu kıtada artık istiklal kazanılmış olarak düşünülüyor. Birinci kıtadaki “şafak” kelimesi, güneş battıktan sonraki alaca karanlığı ifade ediyordu. Bu kıtadaki “şafak” ise güneş doğmadan önceki alaca karanlığı ifade eder. Bu vakit gündüzün, aydınlığın özetle zaferin müjdecisidir.
Birinci kıtadaki “nazlı hilal”, son kıtada “şanlı hilal”e dönmüştür. Yeni, aydınlık ve hür ufuklar, şanlı hilalin dalgalanışıyla süslenecektir. Bayrak artık şafaklar gibi şanlı, dalgalanacaktır. İstiklal kazanıldığı için bayrak uğruna dökülen bütün kanlar ona helaldir. Zira bundan sonra sonsuza kadar bayrağa ve Türk milletine yok olma, yere düşme, yeryüzünden silinme şeklinde bir tehlike yoktur. Türk bayrağı ezelden beri hür yaşamıştır, bundan sonra da hür yaşamak hakkıdır. Hakk’a tapan Türk milleti de istiklali hak etmiştir.
  
Not: Bu açıklamalar, Mehmet KAPLAN ve İsa KOCAKAPLAN’ ın tahlillerinin birleştirilmesiyle ve bazı ilavelerle oluşturulmuştur.

                                            


Yaşamınıza olumsuzluklar girmişse ve o yoldaki, direksiyondaki kişinin de siz olduğunuzu asla unutmayın...YAZAR CAHİDE GÜNAY

Yaşamınıza olumsuzluklar girmişse ve o yoldaki  direksiyondaki kişinin  de siz  olduğunu asla unutmayın...

CAHİDE GÜNAY

 

"Nitelikli toplumlar için  nitelikli kişilikler önemli..."


Nitelikli bir toplum için bireysel gelişiminize önem verin...Yaşadığımız dünya öğrenme ve bilginin peşinden koşma çağıdır. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki bu zamanda bilgi ile dolmayan kişinin, öğrenmenin ışığında aydınlatmayan insanlara neredeyse hiç yer yok gibi. Bu yüzden her gün kendimize yeni bir şey katmalı, hiçbir günümüzü öğrenmeden uzak geçirmemeliyiz. Yaşadığımız hayat insandan her zaman daha fazlasını istiyor ve bekliyor. Bu da tüm bu şartlar değerlendirildiğinde kişisel gelişim kavramını önümüze çıkarıyor. Kişisel gelişim kişinin pek çok yönden kendini geliştirmesini hedefler. Özgüven ve sağduyu sahibi olma, analitik düşünebilme, ileri görüşlülük, araştırma yöntemlerine göre hareket etme bireyin kişisel gelişim teknikleri sayesinde kazanabileceği özelliklerdir. Unutmayın ki, gerçekte siz ne hissediyorsanız, o her zaman doğrudur. Hayatta izin için neyin doğru olduğunu, bir tek içinizdeki ses söyleyebilir. Dolayısı ile içindeki ses ile konuşmayı öğrenin.. İçinizdeki sesin kendine has nedenleri vardır ki akıl hiçbir zaman anlayamaz. Her gün kendinizle kalmak için zaman ayırın ve kalbinizi dinleyin. Başkaları farklı hissedebilir, farklı düşünebilir fakat bu sizin hissettiklerinizin yanlış olduğunu göstermez, sadece onlardan farklı olduğunuzu gösterir. Sadece, onların bakış açılarını anlamaya çalışın. Onlar gibi olmaya çalışmayın! Bazen içinizdeki ses size zor geleni yapmanızı söyleyebilir… Korkmayın ve içinizdeki sesi dinlemeye devam edin... Her yaptığınız yanlışınızda kendini acımasızca eleştirip üzmeyin… Gereğinden fazla üzülmek, bugünün gücünü tüketir, yarınlarının güzelliklerini çalar sizden. Aksine, kendinizi sevin, kendinizi kucaklayın ve her şeyin geçeceğini kendine hatırlatın... Yaşadıklarınızın sizin için önemli bir ders olduğunu mutlaka bilmelisiniz... Bu tecrübe ile aldığınız bilgiyi inceleyin, bir dahaki sefer için hazırlıklarınızı yapın... Kimsenin sizin adınıza karar vermesine izin vermeyin, fakat başkalarının da haklı olabileceklerini unutmayın... Asla başka insanlar üzülmesin diye kendinizi üzmeyin. Unutmayın ki! Siz kaldırabiliyorsanız onlar da kaldırabilir. Her zaman fakat her zaman, mutlaka kendinize iyi davranın. Çünkü siz buna layıksınız ! Hayatta en büyük dostunuz siz olabileceği gibi, en büyük düşmanınız da siz olabilirsiniz. Seçiminizi yapın ve kendiniz için dost mu yoksa düşman mı olacağınıza karar verin... Yaşamdaki tüm acılarınızı atlatabilirsiniz, her şeye rağmen mutlu olmayı başarabilirsiniz... İsterseniz kötü alışkanlıklarınızı bırakabilir ve her zaman yeniden başlayabilirsiniz. Bugün, hayata yeniden başlayın! ilk adımınız kendinizi affetmek olsun! Tıpkı kötü bir havanın ardından kendini gösteren güneş gibi olabilirsiniz... Ve aynı güneş gibi, ay gibi, her gün ve her gece bıkmadan usanmadan yeniden doğabilirsiniz... Asla tecrübe kazanmaktan kaçmayın… Ne kadar zor olursa olsun, yeniden ayağa kalkın ve devam edin hayata! İnan bana, o tecrübelere çok ihtiyacınız var… Yapılacak daha nice yeni hatalar var, öğrenilecek daha nice yeni dersler var, tekrar tekrar aynı hatalara düşmek niye? Her şey sizde saklı... Yaşamınıza olumsuzluklar girmişse ve o yoldaki direksiyondaki kişinin siz olduğunu asla unutmayın ve hatırlayın... Kendinizi yalnız hissettiğiniz kadar yalnız, güçlü hissettiğin kadar güçlüsünüz. Bu seçimleri yapacak olan yine sizsiniz…





8 Mart 2017 Çarşamba

KADIN OLDUKLARI İÇİN Mİ YALNIZLAR? CAHİDE GÜNAY



KADIN OLDUKLARI İÇİN Mİ YALNIZLAR? 

CAHİDE GÜNAY 

Kadınlarımızın çoğu, kapalı kapılar ardında kim bilir ne hayat mücadeleleri veriyor ve biz çoğundan haberdar bile değiliz. 
 Ömür boyu birlikte olmayı düşlediği insanı hiç beklemediği bir anda kaybeden yada umutlarla, güzelliklerle başladığı birlikteliğini anlaşamadığı için ayrılarak sonlandıranlar... Sonuçta yalnız ve bir başına kalanlar... Çocukları olsa da yanlarında geceleri buz gibi bir yatakta uykuyu hasretle bekleyenler... Gözyaşlarını yastığa akıtırken, bedenlerinin isteklerini çaresizce susturanlar, unutmaya çalışanlar... Yavaş yavaş tüm kapılar yüzlerine kapandığı için yapayalnız kalmaya mahkûm edilen kadınlar... Kendi ayakları üzerinde tek başına durmak için verdikleri onca çabanın görmezden gelinmesine, toplum tarafından çaresizliğe itilmelerine bir anlam veremeyen yorgun, bitkin, umutsuz kadınlar... 
 Böyle durumlarda hayata tutunmak zordur. Sığınacak başka bir liman bir daha karşısına çıkmayacakmış gibi gelir insana. Hele hele sevdiği ile beraber geçirilen yıllar uzunsa, kaybediş sonrasında yaşanacak sarsıntı daha büyük olur. Ve çoğu kadın kendisini dış dünyaya kapatır adeta, duygularını baskı altına alır ve kilitler. Tüm bunlar yetmezmiş gibi; çalıştığı iş yerinde olsun, uzun yıllar yaşadığı eski mahallesinde olsun, farklı bakışlarla, anlamsız imalarla kocaman bir kıskacın içinde yaşamaya mahkûm edilir. Dışarıya çıkmalarına, nefes almalarına izin verilmez. Adeta isyana teşvik edilir, başlarına gelen zorluklar yetmezmiş gibi hayatlarını karartmak için uğraşılır, ellerinden tutup destek olunacak, yardım edilecek yerde o kıskacın içinde bir ömre zorlanır. 
 Bunca tepki neden? Kendimize ait dar bir pencereden baktığımız için elbette. Anlamaya çalışmayız hayatlarını, yapmak istediklerini görmezden geliriz, hareketlerini dikkatlice izler, sonra da nedensiz yere suçlarız onları. Başlarına gelen her şeyin tek sorumlusu olarak görürüz. Oysaki birde onlardan dinlesek hayat hikâyelerini, yaşadıklarını, çektiklerini daha kolay anlayacağız belki de yaptıklarını ve yapmak istediklerini. Aklımıza bile getirmeyiz nedense. Çünkü suçlamak, bir insanı toplum dışına itmek daha kolayımıza gelir; her zaman yaptığımız gibi çoğunluğun düşüncesine aykırı düşünenleri, kalıplaşmış değer yargılarımıza aykırı hareket edenleri ayıplarız. Farklı görüşlerden nefret ederiz, tartışmayı sevmeyiz ve kendi fikrimizi kabul ettirmek için baskı kurar, bazen şiddete başvururuz. 
 "Dul kadın" kimliğinde tüm haklarını kaybettiğine inanırız, var olanları da bizler elinden alırız. Ne ailesinin yanında, ne arkadaşlarının, ne de dostlarının. Hiçbir yerde rahat nefes almasına izin vermeyiz. Kaç yaşında olursa olsun bu kimlikle yaşamak gerçekten zordur kadınlar için; evli kadınlar onlardan nefret eder adeta, çünkü eşlerini ellerinden alacaklarını düşünürler; erkekler ise tabirimi maruz görün ama kullanmak, yararlanmak isterler. 
 Dul kadın her adımında çok temkinli olmak zorundadır. Yaşam şekline, toplum içindeki davranışlarına, çevresindeki kişilerle olan ilişkilerine, bu ilişkilerin mesafesine, arkadaşlıklarına, dostluklarına, hatta giyim tarzına bile... Kolay kadın olarak algılanmamak içindir tüm bu çabalar. "Kolay kadın"... ne kadar yakışıksız, ne kadar rencide edici bir tanımlama öyle değil mi? Aslında bu ve benzeri yakıştırmalar ne yazık ki toplumun oluşturduğu yazılı olmadığı, konuşulmadığı halde yıllar içinde uyulması gereken kurallar halinde önümüze sürülmüş değer yargılarıdır. Toplum bilincine öylesine derinden yer etmiştir ki zaman zaman isyan etsek, karşı çıksak da kolay kolay terk edemeyiz bu düşünceleri. Bizler bu şekilde düşünmeye ve tavır almaya devam ettiğimiz sürece, dul kadın kendisine konulan ismin ağırlığı altında ezilecek, iyice kendi kabuğuna çekilecektir. Hemen toparlanmazsa yaşamı giderek zorlaşacak ve kısa süre sonra karmaşık düşünceler içinde her şeye boş verip, kendini bile önemsememeye başlayacaktır. Günler geçip gittiği halde onun içinden bir şey yapmak gelemeyecektir, çünkü çaresiz ve yapayalnız kalmasının isyanı tüm bedenini kaplayacaktır. Eskiden ailece görüştüğü ve çok iyi anlaştığı arkadaşları artık onunla yollarını ayırmıştır. Üstelik potansiyel bir tehlike olarak görülmektedir. Oysaki şimdi aradığı kederini, acısını, gözyaşlarını paylaşacağı dostlarıdır. Ama kabahati her ne ise onu soyutlamışlardır kendi yaşantılarından. Kendisini, duygularını, içinde bulunduğu zor şartları anlamamış ve ellerinin tersi ile itmişlerdir karanlığa doğru. Zor bir yaşam, karanlık bir tünel onu beklemektedir artık. O tünelin ucunda belli belirsiz duran ışığı yakalayıp, yeni hayatında mutlu olabilmesi tamamen kendisine bağlıdır. 
 Bizler sadece vereceğimiz umut ve cesaretle bu ışığın kuvvetlenmesine yardımcı olabiliriz. Zor olsa da o ışığı yakalamayı denemeli, umutla yılmadan hayatına devam etmeli ve eski kimliğini geri kazanmalıdır bir şekilde. Yok yok içiniz kararmasın hemen çünkü tüm örnekler böylesi karanlık değil elbette, ayrıca olmamalı da. Arkadaşlarının, yakın çevresinin sıcaklığını fazlası ile gören, dışlanmayan, aksine desteklenen dul kadınlar da var aramızda. Ben onların diğerlerine göre daha şanslı olduklarına inanıyorum. Biraz kendi çabaları, biraz çevrelerinin pozitif etkisi ile yaşadıkları sıkıntıyı kolayca atlattıkları için; eski kimliklerini yeniden sahiplenip ayaklarının üzerinde durmayı başardıkları için. Onlar kadar şanslı olamayanlar içinse toplum olarak yapacağımız şeyler var mutlaka. Öncelikle bakış açımızı değiştirmekle başlayabiliriz, ne dersiniz? Çünkü tüm alışkanlıklara karşı yine de önce insan olmayı becerebilmek lazım diye düşünüyorum ben. Elbette onlara daha yaşanabilir bir zemin sunabilmek adına. Bunun içinde her ne olursa olsun, insanın önce kendisi yaşamına saygı göstermesi ve yaşamını devam ettirmek zorunda olduğunu anlaması gerekiyor. Aslında şu ya da bu şekilde hiç birimizin yaşama küsme gibi bir lüksü yok, öyle değil mi? 
 Bütün gerçekleri benimseyen, her şeye rağmen gülümseyen ve gülümsemek isteyen tüm kadınlar için, yalnız olmadıklarını hissettirmek adına yazmak istedim bende. 

Sevgiyle kalın. 

KADINLAR GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN

7 Mart 2017 Salı

Bayrağımız - Aziz ASLAN


BAYRAĞIMIZ

Bilindiği üzere Bayrak, her milletin bağımsızlık ve özgürlük nişanesidir. Milletler bayraklarını kolay kazanmamışlardır.

Ama Aziz Türk milleti kadar zor kazanan ve zor koruyan millet yoktur. Rengini kanımızdan, ay-yıldızını göklerden almış olan , uğruna nice Türk evladının canını verdiği dünyanın en güzel , en önemli ve en anlamlı bayrağı bizim bayrağımızdır.

Bayrağımız, onurumuzdur. Bağımsızlığımızın hayır duasıdır. Vatan sevgimizi bütünleyen gönül perdemizdir. İlahi bir sevginin gökyüzünde dalgalanışıdır. Bütünlüğümüzün ve şehitlerimizin simgesidir. Toprağa ve millete tutunmanın sevgisidir. Babamızı ve anamızı vatan bilmenin sebebi , kaygı ve kavgadan uzak yaşamanın gereğidir.

Ancak bu en anlamlı bayrağın düşmanları hep olmuştur ve hiç boş durmamışlardır. İçerde ve dışarda dalgalanmasından rahatsız olan hainler hep çıkmıştır. Bizden gibi görünüp bizden olmayanlar bu Necip millet zararına sürekli oyun peşinde düşmüşlerdir.

Sonuç olarak Aziz Türk milletini hiç rahat bırakmamışlardır. Sıkça bayrağımızı, indirme , yakma gibi alçaklıklara kalkıştıkları gibi son günlerde Türk düşmanlarının sözde bayraklarını bize göre çaput parçasını bu topraklarda dalgalandırarak milletimizin nabzını ve sabrını ölçmüşlerdir. Bu denemeler bitmeyecektir de.

Türk vatanında bayrağımızın yanında sözde Kürdistan bayrağı dalgalanıyorsa görmezden gelemeyiz, sessiz kalamayız, sineye çekemeyiz. Buna sessiz kalanları da iyi niyetli ve samimi göremeyiz. Daha dinamik durmalıyız. Bu konudaki lider Sayın Devlet Bahçeli'nin tepkileri yerindedir.

Ayrıca , Barzani'nin Türkiyede görüştüğü söylenen dört kişi ile ne konuştuğu kamuoyu tarafından merak edilmektedir.

Değerli dostlarım; şartlar ne olursa olsun bayrağımıza sahip çıkmalıyız. Bu, Hak ve batılın savaşıdır. Hilalimizi söndürtmeyelim, bayrağımızı indirtmeyelim.

07.03.2017 Köşe(Azizce)-Kocatepe

6 Mart 2017 Pazartesi

VE BİZ BU YAZININ NERESİNDEYİZ?


VE BİZ BU YAZININ NERESİNDEYİZ?

“Beklenenmiyiz? Beklemelimiyiz?”

Hayatlarımız da ya beklenenler ya da bekleyenler var. Ömrümüz nedense hep ümit etmekle unutmak arasında tükeniyor. Ya beklenen bir türlü bize ulaşmıyor ya da yol ayrımlarında erken davranıyoruz. Ümit edilenle unutulanlar nedense hep birbirlerini götürüyorlar, yanlış ve doğru da olduğu gibi. Var oluşlarımızda yok oluşlarımızda hep aynı nedenden... Özlemden... Kiminin hayatı yeni var oluşlara kiminin ki de yok oluşlara gebe. Fakat sonuç  ne olursa olsun yok olurken de var olurken de bekleyişler içindeyiz. Bekledik... Bekliyoruz... Beklemeye devam edeceğiz. Ve neden her bekleyen hayatını beklenene bağlar? Ya da neden beklenen bir gün döneceğini söyleyerek çıkar bekleyenin hayatından?
Hayatımızdaki gel gitlerde neden hep bekleneni suçlarız? O olsa hayat daha mı çekilir hale gelir? Yoksa hayatı çekilir kılan onun özlemimidir? Neden bekleyen her güne beklenenin geleceği umuduyla başlar? Gidişlerden dönüş olsaydı zaten varılmaz mıydı çoktan kavuşmalara?
Veya neden beklenen her türlü dönüş yolunu bulamaz? Bütün yollar çıkmazdamıdır? Ya da geri dönüşte bekleyeni bulamama korkusu mudur onu her yola çıktığında geri koyan sebep? Bekleyen de beklenen de unuttuysa unutmaya mahkumsa neden  her doğan gün kendisiyle beraber yeni bekleyişler de doğurur? Veya neden hep sonunu bile bile başlarız yeni bekleyişlere? Yoksa hiçbir şey değil de beklenenin bir gün geriye dönebilme umudumudur bizi ayakta tutan? Veya bir bekleyenimiz olduğu için yalnız  olmadığımızı dünyaya kanıtlamış olduğumuzu sanmakmıdır bizi bekleyene bağlayan? Bekleyen bütün hayatını o kadar bağlamıştır ki beklediğine, onun gelmesi için yapamayacağı hiçbir şey yoktur yeryüzünde. O olmadan yalnızdır ve onun yalnızlığı da güzeldir sonunda eğer ona kavuşmak varsa. Beklenen o kadar mutludur ki, bir bekleyeni olduğuna “Onsuz” olmanın “Onu” görememenin hüznü bile güzel gelir eğer bütün yollardan geriye dönüş varsa.  Aslında bekleyende beklenende kendinimi kandırır? Bütün bekleyişlerin asıl nedeni yolun sonunda kendimizi bulma, kendimize kalma korkusumudur acaba? Bütün bekleyişler de asıl beklediğimiz kendimizi ve her döndüğümüz yolda kendimize çıkıyorsa, başlangıçtan beri yalnız değilmiyiz?  Ve yalnız mı bitirmeliyiz? Yalnızlığımıza  veya başkalarının yalnızlığına çare aramaktansa sadece beklemeli miyiz? Bu bekleyişin var mıdır sonu? Yoksa sonsuz bekleyişlere o kadar harcadıkta benliğimizi geriye döndüğümüzde bulacak bir ben bırakmadıkmı? Boş umutların peşinden o kadar boşlukta kendimize gidecek dermanı bulamadıkmı? Herşeyde o kadar başkalarını aradıkta kendimizi bulmaya zaman ayıramadık mı? Veya herşeyi unuttuğumuz gibi başlangıçta asıl aradığımızın kendimiz olduğunuda mı unuttuk? Yoksa herşeyi kurguladık mı? Bizi bu kadar mutlu eden, bekleten, yoran, acıtan, yorarken bile tekrarını bekleten hep mi kendi kurgumuzdu?

Yoksa varsayımlardan mı ibarettik?  Ve kendimize bekleyenle bekleneni icat ettik. Eğer herşey sadece kurguysa neden bu yolculuk sonsuz değil? Neden diğer herşey gibi sadece bizim değil? Neden bu oyunda tek başımıza oynayamıyoruz? Ya beklenen ya da beklenen olmak zorundaysak ve hangisi olacağımıza bile karar veremiyorsak nasıl bizim oyunumuzdur bu?  Ve bu oyunun bir sonu varmıdır? Yoksa sonsuzmudur bekleyenle beklenenin ömrü kadar? Ve ben bu yazının neredisindeyim? Ve siz bu yazının neresindesiniz? Beklenenmiyiz? Beklemelimiyiz? 

Ahilik Kültürü - Aziz Aslan

AHİLİK KÜLTÜRÜ- Aziz Aslan           Ahilik, Anadolu Selçuklu Devleti'nin son dönemleriyle Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemi aras...