MODERNLEŞME
VE SEKÜLERLEŞME KURAMLARI BAĞLAMINDA DİN, TOPLUMSAL DEĞİŞME VE İSLÂM DÜNYASI
Talip KÜÇÜKCAN
(makalenin özetidir)
Modernleşme ve
sekülerleşme kuramcıları genel olarak modern değerler ve kurumları benimseyen
ve özümseyen toplumlarda dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki etkinliğinin
ortadan kalkacağını, bireysel olarak da dinî pratikler, ibadetler ve ritüellere
katılımın gerileyeceğini savunuyordu. Geride bıraktığımız yüzyılın son
çeyreğinde dinî eğilimlerin yükseliş trendi gösterdiği ve dinî hareketlerin
toplumsal ivme kazandığı gözlenmiştir. Modernizmin gelişmesi ile dinin
gerileyeceğini ve toplumsal hayattaki etkisini kaybedeceğini öngören geleneksel
teorilerin aksine, din hem sanayileşmiş ve gelişmiş modern ülkelerde hem de geleneksel
kültür ögelerinin başat olduğu ülkelerde şaşırtıcı bir yükselişe geçmiştir.
Yani bir anlamda 20. yüzyılın sonu “kutsalın dönüşüne” tanıklık etmiştir.
19. yüzyılda A. Comte, H.
Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marks ve S. Freud gibi düşünürler, sanayi
toplumunun gelişimine paralel olarak dinin önem kaybedeceği görüşünü
savunuyorlardı. “Dinin ölümü veya yok oluşu” şeklinde ifade edilebilecek bu
yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilimine egemen olan anlayışı yansıtıyordu.
Sekülerleşme Kuramının Öngörüleri
“Rasyonalizm ve İnanç
Kaybı” argümanını savunanlardan Wilson’a göre “sekülerleşme dinin toplumsal
öneminin azalmasını ifade eden” bir süreçtir.
Rasyonalizm modern
dünyada, kilisenin merkezî iddialarını boşa çıkarmış ve Batı Avrupa’da hurafeye
dayalı dogmaları yıkarak, inanç kaybına neden olmuştur. İnanç kaybı ise dinin
çözülmesine, kiliseye üyelik, devam alışkanlıklarının ve bireysel dinî
pratiklerin erozyona uğramasına, mezhebî kimliklerin toplumsal anlamlarının
kaybolmasına, inanç temelli kurum faaliyetlerine katılım ve sivil toplumdaki
dinî gruplara verilen desteğin azalmasına sebebiyet vermiştir.
Durkheim’ýn görüşlerinden
etkilenen “Işlevsel Evrim ve Amaç Kaybı” yaklaşımını savunan Steve Bruce,
Thomas Luckmann ve Karel Dobbelaere gibi toplumbilimcilere göre sanayi
toplumlarındaki işlevsel ayrışma, dinin toplumdaki merkezî rolünün ortadan kalkmasına
neden olmuştur. Bu yaklaşıma göre din, sadece inançlardan ibaret değildir. Doğum,
ölüm ve evlilik gibi hayatın çeşitli alanlarındaki törenler ve ritüellerle
ilgili işlevsel bir yönü de vardır. Sanayileşmiş toplumlarda iş yaşamındaki
profesyonelleşme, meslekî farklılaşma kilise ve din adamlarının uzun süredir
yapmakta olduğu işleri ve yetkileri ellerinden almıştır. Devletin kurduğu okul,
hastahane ve bakımevi gibi kurumlar kilisenin bu ve benzer alanlardaki
hegemonyasına son vermiştir. Yani işlevsel evrim ve kurumsal/meslekî ayrışmalar dinin ve
kilisenin toplumsal yaşamdaki etkilerini ortadan kaldıran bir sekülerleşmeye
sebebiyet vermiştir
Larry Shiner,
sekülarizasyonun tek boyutlu olmadığını, farklı alanları kapsadığını savunarak
bir sekülerleşme tipolojisi çizer ve altı tip sekülerleşme biçiminden veya
sekülerleşme alanından bahseder. Birinci sekülarizasyon çeşidi bu kuramı savunanların
ittifak ettikleri gibi, dinî sembol, doktrin ve kurumların önemini ve
prestijini kaybetmesidir. Shiner’e göre sekülarizasyonun son noktası dinsiz bir
toplum olacaktır.
Sekülarizasyonun ikinci tipi “Bu dünya ile uyum içinde olmak ve bu dünyaya uyum sağlamaktır”. Bu süreçte dinî gruplar veya dine önem veren toplumlar doğaüstü güçlerden ve konulardan uzaklaşacak, bu dünyaya daha fazla ilgi göstermeye başlayacaktır.
Sekülarizasyonun üçüncü
biçimi, toplumun dinle olan bağlantısının kesilmesi, artık dine dayalı bir anlayıştan
kurtulup bağımsız bir gerçeklik oluşturması ve dinin etkilerini özel hayat
alanıyla sınırlaması şeklinde kendini gösterecektir.
Dördüncü biçim, dinî bilgi, inanç ve
kurumların işlevlerinin bu dünya temelli bir görüntüye bürüneceği öngörüsünü içermektedir.
Sekülarizasyonun beşinci
biçimi, bu dünyanın kutsal karakterini aşamalı biçimde kaybedeceği, bunun
yerine rasyonel olarak açıklanan bir alanın objesi olacağı düşüncesine
dayanmaktadır. Bu tip sekülerleşme de rasyonalite doğaüstü inançların ve
gizemli yaklaşımların yerini alacaktır.
Altıncı biçim ise, kutsal
toplumdan seküler topluma geçiş şeklinde formüle edilen sosyal değişmedir.
Toplumdaki bütün kararlar dinî gerekçelere göre değil, rasyonel temellere bağlı
ve yararları göz önünde tutularak alındığında sekülarizasyon artık tamamlanmış
olacaktır.
Luckmann, toplumsal
alandaki sekülarizasyonu “geleneksel ve kutsal kozmosun çözülüşü olarak” tanımlar.
Berger ise toplumsal
düzlemdeki sekülarizasyonu “modern Batı tarihinde toplumsal ve kültürel
sektörlerin, dinî kurum ve sembollerin baskısından kurtuluşu” olarak tanımlar.
Brian Wilson ise bu
anlamda sekülerleşmeyi cemaat etkisinin çözülüşü, cemaatten toplum olmaya geçiş
olarak görür. Wilson’a göre toplumsal sekülerleşme sosyal kontrolün ahlâkî ve
dinî aktörlerden teknik ve bürokratik aktörlere geçiş biçiminde kendini
gösterir.
Sekülerleşme
Kuramının Eleştirisi
Berger ve Grace Davie
gibi bazı toplumbilimciler yaygın sekülerleşme kuramının Avrupa deneyimini
yansıttığını, dünyanın diğer bölgelerindeki dintoplum ilişkilerini, dinî
davranışları ve dindarlık düzeylerini açıklayamadığını düşünmektedir.
Sekülarizasyonun son iki
yüzyıl içinde Avrupa’nın dinî hayatı ve yapısında ciddi etkiler yaptığı ve
köklü değişimlere neden olduğu doğru olmakla birlikte,Avrupa’nın deneyimi bir
istisna olarak değerlendirilmektedir. Çünkü ABD, Hint yarımadası, Asya ülkeleri
ve İslâm dünyasındaki gelişmelere bir göz atıldığında, yani dinin toplum hayatında
gittikçe artan önemi ve etkisine
bakıldığında, geleneksel sekülarizasyon kuramının öngörülerinin doğru çıkmadığı
görülmektedir.
Dinî hareketlerin ivme
kazanması, maneviyat ve anlam arayışının bir sonucu olarak yeni dinî
hareketlerin ortaya çıkması veya geleneksel dinlerde görülen ihya hareketleri,
modernleşme ve sekülerleşmeye paralel olarak dinin yok
oluşu veya ölümü iddiasını savunan tezlerin artan oranda eleştirilmesine zemin hazırlamıştır
oluşu veya ölümü iddiasını savunan tezlerin artan oranda eleştirilmesine zemin hazırlamıştır
Jeffry Hadden, sekülarizasyon
kuramının öne sürdüğü varsayımların iyi sınanmamış titiz önerme/kuramdan çok,
bir doktrin veya ideolojik bir dogmaya dönüştürüldüğünü savunur. Rodney Stark
ve Roger Finke ise Hadden’den bir adım daha ileri giderek sekülarizasyon kuramının
tarihe gömülmesi gerektiğini iddia eder.
Bugün dünya bazı istisnalar
dışında en az eskisi kadar, hatta bazı yerlerde eskisinden daha fazla dindardır.
Berger’e göre sekülerleşme ve sekülerleşme süreçlerinin etkilerini içeren
literatürün tümü esas itibariyle yanlışlıklar
içermektedir.
Modernleşme zorunlu
olarak dinin gerilemesine neden olmamıştır. Hatta hayli modern toplumlarda bile
din varlığını sürdürmüştür
Fransız sosyolog Daniele
Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve kolektif kimliğin
önemli bir unsuru olduğunu savunur.
Hervieu-Leger’e göre bir hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi cemaate ve
topluma bağlar, gelenek ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun
varlığının temelini oluşturur. Hervieu-Leger, din konusunun merkezine geleneği,
yani bir inanç zincirine referansı yerleştirmekle dinin geleceğinin birdenbire
kolektif hafıza problemi ile bağlantılı hale geleceğini belirtmektedir.
Hervieu-Leger, modern Batı toplumlarının ve özelikle de Fransa’nın bir dereceye
kadar kolektif hafıza krizi yaşadığını ve bu krizin dinî hafıza zincirinden
mahrum bırakacak bir kopuşa neden olduğunu iddia etmektedir. Bütün bunlara rağmen
Hervieu-Leger, modern Avrupa toplumlarında (kolektif) hafıza ile din arasındaki
zincirin tekrar keşfedildiğini savunmaktadır.
İslâm Dünyasında
Toplumsal Dönüşümler, Din ve Laiklik
İslâm dünyasında din ve
laiklik arasındaki ilişki, çeşitli aşamalardan geçmiş ve ülkelere özgü şartlara
bağlı olarak farklı boyutlar kazanmıştır. 19. yüzyılda seküler Batı değerleri,
yönetici elit kesim tarafından daha üstün görülmüştür. 20. yüzyılın başlarında
ise Batılıların açtığı okullarda okuyan yeni kuşak kendi toplumları için
seküler Batı kültürünü modernleşme ve toplumsal dönüşüm projesi olarak
benimsemiştir. Diğer yandan laikliği devlet yapısının temeli olarak benimseyip uygulayanlar,
zaman zaman dinî çevrelerin muhalefeti ile karşılaşmıştır.
Batı’da laiklik siyasal,
sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelere paralel olarak kademeli bir şekilde
gelişmiştir. Islâm dünyasında ise laiklik Batı ülkelerinin tersine tedricî bir şekilde
gelişmemiş, iç gelişmelerden ziyade Avrupa sömürgeciliğinin ve yayılmacılığının
19. yüzyıl başlarında başlattığı ideolojik bir ürün olarak dışarıdan empoze
edilen bir akım olarak girmiştir
Laiklik kavramı
sistemsel, yapısal ve kurumsal bir anlam ifade eder. Sekülerlik kavramı ise
daha çok dinî hayattaki bir dönüşüme, dinin toplumsal alandaki rolünde görülen
bir değişime ve bir tür dünyevileşmeye işaret etmektedir.
Modern
Türkiye Deneyimi
Osmanlı Devleti’nin Batı
eğitim metotları ve kurumlarını, hukuki sistemlerini ve askerî teknolojisini
yaygınlaştırmak için 19. yüzyılda başlattığı modernleşme hareketi ve buna bağlı
reformlar, Islâm dünyasında ilk laik kurumların ortaya çıkmasına öncülük etmiştir.
Tanzimat’ın ilanıyla
başlayıp Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’nun ilanıyla devam eden ve hukuki yapının değişmesiyle
başlayan süreç, Cumhuriyet dönemindeki değişim projesinin temelleri olarak
görülebilir.
I. Dünya Savaşı’ndan
yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını müteakiben kurulan Türkiye
Cumhuriyeti laik temeller üzerine kurulmuş, dinî ve dünyevi otoriteyi temsil
ettiği düşünülen halifelik lağvedilmiş; din, siyasî meşruiyet ve otorite
kaynağı olmaktan çıkarılmıştır.
1924 yılında Tevhîd-i
Tedrîsat Kanunu’nun23, 1925’te Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına İlişkin
Kanun’un, 1926 yılında Türk Medenî Kanunu’nun ve 1934’te Bazı Kisvelerin Giyilmesini
Yasaklayan Kanun’un çıkarılması laik yapıya geçişin önemli basamakları arasında
yer alır.
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin ilk anayasasındaki (1924) “devletin dininin İslâm olduğu” ilkesi
daha sonra çıkarılmış (1928) ve yerine yapılan bir değişiklikle Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin “laik” (1937) olduğu ilkesi konulmuştur. Aynı ilke 1961
Anayasası’nda Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında sayılmıştır. 1982 Anayasası
da bu ilkeyi Cumhuriyet’in temel ilkeleri arasında saymış ve bu ilkenin “değiştirilemeyecek
ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek” olduğunun altını çizmiştir. Anayasa bir
taraftan laiklik ilkesini benimserken, diğer yandan herkesin din ve vicdan hürriyetine
sahip olduğunu belirtmiştir.
Laiklikle ilgili olarak
Anayasa’da yer alan önemli bir düzenleme de Diyanet İşleri Başkanlığı ile
alakalı olmuştur. 3 Mart 1924 tarihinde Şer‘iyye ve Evkaf Nezâreti kaldırılmış
ve din işlerinden sorumlu Şeyhülislâmlık Makamı ilga edilmiştir. Bunun yerine
din hizmetlerinde devamlılığı sağlamak, toplumun dinî ihtiyaçlarını karşılamak
ve bu alanda doğabilecek kurumsal boşluğu doldurmak amacıyla 429 Sayılı
Kanun’la, Başvekâlet bütçesine dahil ve Başvekâlet’e bağlı Diyanet İşleri
Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.
Mısır’da
Laiklik ve Din
Mısır’da laik bir
devletin inşası ve laik hukuk müesseselerinin kuruluşu Hidiv İsmail’in
(1863-1879) desteğiyle 19. yüzyılda başlamış ve 1882 İngiliz işgalini
müteakiben bu laikliği kurumsallaştırma politikası daha yoğun bir şekilde
uygulanmıştır.
Muhammed Hüseyin Heykel
ve Tâhâ Hüseyin gibi laiklik yanlısı aydınlar, 1920’lerde bu fikirleri ve Batı
kültürünün üstünlüğünü daha tutkulu biçimde desteklemiş ve tanınmış alimlerden
Ali Abdürrâzık 1925’te İslâmiyet’in siyasî ilkelerinin olmadığını, demokrasi ve
düşünce özgürlüğüne izin verdiğini iddia eden yazılar kaleme almıştır. Bu tür
fikirlerin apaçık desteklenmesi, 1928 yılında hem sekülerizmi kınayan hem de Ezher’i
bu akımı savunanlara karşı etkin muhalefet izlememekle itham eden Ihvân-ı
Müslimîn (Müslüman Kardeşler) hareketinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Hareketin lideri Hasan el-Bennâ Şeriat’ın tekrar ikâmesi ve zekât gibi İslâmî
modellerin yeniden canlandırılması çağrısında bulunmuş, Batı modelini
sosyo-ekonomik eşitsizlik yaratmakla itham etmiştir. Mısır’da 1930’dan bu yana,
laik devlet ile İslâmî bir topluma dönüş çağrısı yapan dinî hareketler arasında
gerilim yaşanmaktadır.
Cezayir ve
Ulusal İslâmî Cephe
Fransa’nın 1831 yılında
işgal ettiği Cezayir’de İslâmiyet siyasî gelişmelerde önemli bir rol oynamış,
millî birlik ve dayanışmanın temellerinden biri olmuştur.
1963’te çıkarılan Cezayir
Anayasası’nda devletin sosyalist, resmî dininin de İslâm olduğu ilan
edilmiştir. Mısır
gibi Cezayir’de de kentli burjuvazi ve aydın sınıfın kültürünün baskın olduğu laik bir devlet kurulurken, halk kitleleri arasında İslâm kültürü merkezî önemini korumuştur. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin sosyalist politikalarının başarısızlığı ve 1980’lerdeki siyasî baskılar, daha fazla demokrasi taleplerinin ve hükümetin yetersizliğinden duyulan toplumsal hoşnutsuzluğu başarılı şekilde kullanan kitlesel bir İslâmî hareketin, Ulusal İslâmî Cephe’nin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ulusal İslâmî Cephe ve diğer İslâmî örgütler, yabancılaştırıcı ve yozlaştırıcı olduğu gerekçesiyle, laik Batı kültürüne karşı çıkarak, şeriat ile yönetilen bir devlet kurulması çağrısında bulunmuşlardır. Demokratik açılıma kapalı bir yönetimin hüküm sürdüğü, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin diz boyu olduğu ve her siyasî grubun meşruiyet aracı olarak din dilini kullandığı diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Cezayir’de de din-devlet ilişkilerindeki gerilimler hâlâ sürmektedir.
gibi Cezayir’de de kentli burjuvazi ve aydın sınıfın kültürünün baskın olduğu laik bir devlet kurulurken, halk kitleleri arasında İslâm kültürü merkezî önemini korumuştur. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin sosyalist politikalarının başarısızlığı ve 1980’lerdeki siyasî baskılar, daha fazla demokrasi taleplerinin ve hükümetin yetersizliğinden duyulan toplumsal hoşnutsuzluğu başarılı şekilde kullanan kitlesel bir İslâmî hareketin, Ulusal İslâmî Cephe’nin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ulusal İslâmî Cephe ve diğer İslâmî örgütler, yabancılaştırıcı ve yozlaştırıcı olduğu gerekçesiyle, laik Batı kültürüne karşı çıkarak, şeriat ile yönetilen bir devlet kurulması çağrısında bulunmuşlardır. Demokratik açılıma kapalı bir yönetimin hüküm sürdüğü, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin diz boyu olduğu ve her siyasî grubun meşruiyet aracı olarak din dilini kullandığı diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Cezayir’de de din-devlet ilişkilerindeki gerilimler hâlâ sürmektedir.
Tunus’ta Din,
Devlet ve Laiklik
Bağımsızlığına kavuştuğu
1956’dan 1987 yılına kadar Habîb Burgiba’nın tek adam olarak hükmettiği Tunus,
otuz yılı aşkın bir süre tek parti iktidarı ile yönetilmiştir. Burgiba Batı
yanlısı ve laik bir modernleşme süreci başlatmıştır.
Batı değerlerini
benimseme ve modernleşme politikasının bir parçası olarak şer‘î mahkemeler kaldırılmış,
kadınların baş örtüsü yasaklanmış, Kuzey Afrika’nın meşhur eğitim-öğretim
merkezlerinden Zeytûne Medresesi kapatılmış ve ulemanın gücü zayıflatılmıştır.
Burgiba, İslâm’ın artık geçmişi temsil ettiği ve Tunus’un geleceği için tek
umudun Batı olduğu görüşünü benimsediğinden, bu yöndeki reformları ısrarla
sürdürmüştür.
Yukarıda sözü edilen
reformlar, İslâm ve Arap mirasının Fransız kültürünün gölgesinde kalması, ekonomik
çöküntü, Arap milliyetçiliğinin ve sosyalizminin başarısızlığı gibi iç ve dış
nedenler Tunus’ta muhalefet hareketlerin doğmasına neden olmuştur. Burgiba
yönetimimin silahlı kuvvetleri kullanarak Ocak 1978’de muhalif göstericileri
acımasızca ezmesi, Tunus’taki İslâmî hareketin siyasallaşması açısından bir
dönüm noktası olmuş ve 1979
yılında İslâm Cemaati (Cemaat-i İslâmî) adındaki dernek kurulmuştur
yılında İslâm Cemaati (Cemaat-i İslâmî) adındaki dernek kurulmuştur
Şiî Siyaset
Felsefesi ve İran’da Dinî Rejim
İslâm dünyasında meşruiyetini
dinden alan bir sınıf tarafından İslâm hukukuna göre yönetildiği iddia edilen İran,
Şiî geleneğe yaslanmaktadır.
Rıza Şah Pehlevî
(1925-1941) Türkiye’yi örnek alarak laik bir devlet kurma çabasına girişti.
Rıza Şah Pehlevî ve oğlu Muhammed Rıza Şah Pehlevî dönemi (1941- 1978) İran’da
devletin öncülük ve empoze ettiği modernleşme çabalarının
yoğun olarak sürdürüldüğü, modern seküler okul sisteminin ve Batı kaynaklı hukukî düzenlemelerin yapıldığı, dinî kurumların sıkı devlet kontrolüne alındığı, ulema sınıfının gücünün azaltıldığı bir dönem olmuştur.
yoğun olarak sürdürüldüğü, modern seküler okul sisteminin ve Batı kaynaklı hukukî düzenlemelerin yapıldığı, dinî kurumların sıkı devlet kontrolüne alındığı, ulema sınıfının gücünün azaltıldığı bir dönem olmuştur.
Âyetullah Humeynî liderliğinde
gerçekleştirilen devrim sonrasında mollaların etkisi daha ağır bastığı için İran’da
dinî kurallara dayalı olduğu iddia edilen bir devlet kurulmuştur.
Pakistan’da
Modern-Geleneksel Ayrışması
Hint alt yarımadasında yaşayan
Müslümanlar, Muhammed Ali Cinnah ve İslâm Birliği önderliğinde kendi
kaderlerine yön verebilmek ve bağımsız Müslüman kimliklerini korumak için
Pakistan Devleti’ni kurmuşlardır.
Pakistan’ın kuruluşu
sırasında tartışmalar demokrasi, çoğulculuk, modern ihtiyaçlara göre İslâm
hukukunun uygulanması ile devletin laik
ve kültürün Batı’ya açık olmasını savunan modernistler ile Cemâat-i İslâmî hareketi
gibi demokratik bir Pakistan Devleti’nin Şeriatla yönetilmesini isteyen
muhafazakâr gruplar arasında olmuştur.
Ülke olarak Pakistan her
zaman İslâmî bir cumhuriyet olarak tanımlanmasına karşın, uzun yıllar laik bir
devlet biçiminde yönetilmiştir. 1956 Pakistan Anayasası’nda İslâmî düşünceden
bir rehber olarak bahsedilmesine rağmen,
devletin dininin İslâm olduğu ifade edilmemiştir.
devletin dininin İslâm olduğu ifade edilmemiştir.
1970 yılında başbakan
olan Zülfikar Ali Butto dönemi (1970-1977), Pakistan tarihinde bir dönüm noktası
olmuştur. Başlangıçta sosyalizmi benimseyen Butto’nun başbakanlığı döneminde çıkarılan
1973 Anayasası’nda İslâm, devlet dini olarak kabul edilmiş, hem başbakanın hem
de cumhurbaşkanın Müslüman olması zorunluluğu getirilmiştir. 1977’de askerî bir
darbe ile iktidarı ele geçiren General Ziyâülhak, İslâmîleştirme programı başlatmıştır.
Son dönem Pakistan tarihi, bir taraftan demokrasi ve devletin uygulamaya
koyduğu İslâmî sistem, diğer taraftan da modern ve geleneksel İslâmî eğilimler
arasında yaşanan mücadeleyi yansıtmaktadır.
Halkının yaklaşık %85’i
Müslüman olan İslâm dünyasının nüfus bakımından en büyük ülkesi Endonezya,
resmen laik bir ülkedir ve bünyesinde farklı İslâmî eğilimleri barındırmaktadır.
Laik ve dinî eğitim kurumlarının her ikisinin de devlet tarafından
desteklendiği Endonezya’da hem laik hem de şer‘î mahkemeler bulunmaktadır.
İslâm coğrafyasındaki
toplumsal dönüşüm sürecinde din-devlet ilişkileri ve laiklik alanındaki sancılı
gelişmeler devam edeceğe benzemektedir. Bu sancılar hem iç hem de dış
faktörlerden kaynaklanmaktadır. Örneğin birçok
İslâm ülkesinde elit sınıf ve iktidar odakları baskıcı ve otoriteryen bir yöntemle siyasî projelerini uygulamakta ve zaman zaman dış destekle ayakta kalmayı yeğlemektedir. Toplumun büyük bir kesiminin içine düştüğü ekonomik zorluklar, refah dağılımındaki adaletsizlikler ve siyasal katılımın sınırlandırılması gibi faktörler, din-devlet ilişkileri laiklik tartışmalarına da yansımakta ve tarihin getirdiği gerilimleri tırmandırmaktadır.
İslâm ülkesinde elit sınıf ve iktidar odakları baskıcı ve otoriteryen bir yöntemle siyasî projelerini uygulamakta ve zaman zaman dış destekle ayakta kalmayı yeğlemektedir. Toplumun büyük bir kesiminin içine düştüğü ekonomik zorluklar, refah dağılımındaki adaletsizlikler ve siyasal katılımın sınırlandırılması gibi faktörler, din-devlet ilişkileri laiklik tartışmalarına da yansımakta ve tarihin getirdiği gerilimleri tırmandırmaktadır.
Sonuç
Dinî kurumlar da sivilleşmenin
yarattığı fırsatlardan yararlanmakta, örgütlenmekte, kaynak yaratmakta ve
küresel ölçekte rekabet ederek mensuplarını, toplumsal ve siyasal yaşamı
etkilemeye çalışmaktadır.
Geleneksel sekülerleşme
kuramlarının beklentisinin tersine, özellikle devlet müdahalesinin azaldığı,
özgürlük alanlarının genişlediği, kurumsal rekabet ve yarışın günlük hayatın
bir parçası haline geldiği toplumlarda dinî cemaatler, gruplar, akımlar ve
kurumlar sürekli bir rekabet halinde toplumsal hayatı paylaşma veya toplumdaki
mevcut etkinlik alanlarını genişletme yarışına girmektedir. Sivil yapı taşıyan
bu örgütlenmeler ve kurumlar, dinî markette kendi kaynakları ile rekabet
etmekte ve yukarıda zikredilen fırsat alanlarını kullanarak etkinlik kurmaya,
dinlerini yaymaya ve bir anlamda toplumu inançları doğrultusunda dönüştürmeye
çalışmaktadır. Bu sosyolojik gerçekler ve yeni toplumsal yapı, geleneksel
modernleşme ve sekülerleşme kuramlarının yeniden gözden geçirilmesini
gerektirmektedir. Bir başka deyişle, modernite-din ilişkileriyle ilgili soysal
bilim araştırmalarında başlıca çerçeve olarak görülen sekülarizasyon paradigmasının
günümüzde görülen dinî farklılaşmayı ve hareketliliği de açıklayabilecek şekilde
yeniden tanımlanması ve kamusal alanda din araştırmalarına meşru zemin
yaratacak şekilde genişletilmesi gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder