31 Aralık 2016 Cumartesi

DÜŞÜNCELER EYLEME DÖNÜŞÜR... CAHİDE GÜNAY




Hz. Mevlana’nın düşünceyle ilgili çok güzel bir sözüyle başlayarak yazıma; «Ey benim canım efendim, sen düşünceyi, fikri bir adam farz et. Çünkü insan, düşünceyle insan sayılır, değerlenir, canlanır
Önce düşünce vardır,  Sonra bu düşünce EYLEME dönüşür. 

CAHİDE GÜNAY 

“Aklıma gelen başıma geldi” düşüncesiyle tetikliyoruz... CAHİDE GÜNAY



OLUMSUZ VE NEGATİF DÜŞÜNCELERDEN KURTULUN!
“Aklıma gelen başıma geldi” düşüncesiyle tetikliyoruz...  
YAZAR CAHİDE GÜNAY

Bazen hepimiz negatif düşüncelerin esiri oluyor, sonra da içine düştüğümüz şanssızlıkların peşimizi neden bir türlü bırakmadığını merak ediyoruz. Kendimize sürekli “neden ben?” diye sorular soruyor, bir mıknatıs gibi olabilecek bütün kötü  olayları üzerimize nasıl çekebildiğimize cevaplar bulmaya çalışıyoruz. Aslında cevabın sorunun içinde gizli olduğunu göremiyoruz. Bazı düşünce biçimlerimiz depresyon riskini artırmaktadır. Bunlara olumsuz düşünceler deriz. Özellikle depresyonda bu düşünce tarzı oldukça yoğundur. Sadece depresyonda değil, kaygı bozukluklarında da yoğun bir biçimde görülür. Bununla birlikte günlük yaşantımızda hepimizde görülebilmektedir. Ancak bazı kişiler olumsuz düşünce ve duygularla daha iyi başa çıkabilirken, bazıları için ise durum bunun tam tersidir. Kendini sürekli suçlama, hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğine inanma, yapılan her işte mükemmel olmak gerektiği düşüncesi, olayların hep olumsuz yanlarını görürler. Mutsuzluğumuzun en büyük nedenlerinden birinin de aklımızdan çıkmak bilmeyen nedensiz düşüncelerimiz olduğunu hepimiz biliyoruz, değil mi? Elimizdekilerle yetinmememizin, hayattan tam anlamıyla keyif alamamamızın ve henüz olmamış şeylere bile umutsuzlukla bakmamızın bariz nedeni bu! Yani negatif düşüncelerimiz.. Başımıza gelen tüm o kötü şeyleri aslında zihnimizi işgal eden kötü düşüncelerle kendimize biraz daha yaklaştırdığımızı göremiyoruz. Zihnimizden geçen her olumsuz düşüncenin bizi olmasını hiç istemediğimiz, fakat aynı zamanda içten içe beklediğimiz sonuca doğru sürüklediğini anlayamıyoruz. Olumsuz düşünerek korktuğumuz sonuca doğru istemsizce ilerlediğimizi göremiyor, sonra da yüzleştiğimiz gerçekle karşılaştığımızda; “Aklıma gelen başıma geldi” düşüncesiyle tetikliyoruz.  Oysaki düşünce tarzımızı değiştirsek ne korktuğumuzun başımıza geldiğini görecek ne de o sonuçla karşılaştığımızda “yine mi ben” demek zorunda kalacağız. İşte bunu yapmıyor, olayların içine girdiğimizde kötü düşüncelerden bir türlü kurtulamıyoruz. Belki de kurtulmak istiyoruz, ancak bir düşünceden kurtulmaya çalışırken ona daha çok kapıldığımızı görüp verdiğimiz bu uğraştan vazgeçme eğilimi gösteriyoruz. Tıpkı çırpındıkça daha da dibe batan biri gibi düşünceleri kapı dışarı etmek isterken içimize daha da çok yerleştiklerini görüyoruz. Peki, neden böyle olduğunu biliyor musunuz? Çünkü hep yanlış yolları seçiyoruz. Olumsuz düşüncelerden kurtulmak için “olumsuz düşünmek istemiyorum” demek yerine, odak noktamızı değiştirmemiz gerektiğini bilmiyoruz. Aslında bu durum, tamamen beynimizin işleyişiyle alakalı. İşte biz bunun farkında olmadığımız için olumsuz düşüncelerden kurtulamıyoruz. Oysaki mutluluğumuza engel olan ve bize sürekli “neden hiçbir şey istediğim gibi olmuyor” gibi sorular sorduran olumsuz düşüncelerden kurtulmak aslında hiç de öyle çok zor değil. Demek istediğim şu ki hayatımızın her alanında bizi başarıdan ve mutluluktan alıkoyan negatif yaklaşımlardan kurtulmak için birazcık çaba göstermeli ve zaman içinde onların üzerimizdeki etkisini tamamen yok etmeliyiz. Negatif düşüncelerden kurtulmanın biri de düzenli uykudur, depresyonun belirtileri ve nedenleri arasında olan olumsuz düşünce tarzı, düzensiz uykuyla tetiklendiğinde kişi için kaldırabileceğinden çok daha ağır hale gelmekte ve genellikle bu durumla başa çıkılamamaktadır. Bir başka kurtulma yollarından biri de olumlu veya olumsuz düşüncelerinizi bir kağıda yazın. Bu şekilde hem kötü düşüncelerin aklınızı bulandırmasının önüne geçer hem de yazdıkça sakinleşerek olaya daha pozitif bakmaya başlarsınız. Ayrıca sahip olduklarınızın kıymetini bilmeli, olabilecek kötü ihtimallerin size hiçbir şey katmadığını anlamalı ve “iyi düşün iyi olsun” düşüncesinin doğru olduğuna gerçekten inanmalısınız.

29 Aralık 2016 Perşembe

Komik Bir Hikaye - Okumaya Değer

Çiftin Kırkıncı evlilik yıl dönümleriydi…
Güzel bir akşam yemeği ve ardından güzel ve romantik bir film ve gece olmuştu. Beraber yine aynı yastığa başlarını koyarak uyudular.

Bütün gerçekleri benimseyen, her şeye rağmen gülümseyen ve gülümsemek isteyen tüm kadınlar için, yalnız olmadıklarını hissettirmek adına yazmak istedim bende.



Kadın oldukları için mi yalnızlar?
Yazar:  Cahide Günay
Sığınacak başka bir liman bir daha karşısına çıkmayacakmış gibi gelir insana. Hele hele sevdiği ile beraber geçirilen yıllar uzunsa, kaybediş sonrasında yaşanacak sarsıntı daha büyük olur.

Kadınlarımızın çoğu, kapalı kapılar ardında kim bilir ne hayat mücadeleleri veriyor ve biz çoğundan haberdar bile değiliz.   Ömür boyu birlikte olmayı düşlediği insanı hiç beklemediği bir anda kaybeden yada umutlarla, güzelliklerle başladığı birlikteliğini anlaşamadığı için ayrılarak sonlandıranlar… Sonuçta yalnız ve bir başına kalanlar… Çocukları olsa da yanlarında geceleri buz gibi bir yatakta uykuyu hasretle bekleyenler… Gözyaşlarını yastığa akıtırken, bedenlerinin isteklerini çaresizce susturanlar, unutmaya çalışanlar… Yavaş yavaş tüm kapılar yüzlerine kapandığı için yapayalnız kalmaya mahkûm edilen kadınlar… Kendi ayakları üzerinde tek başına durmak için verdikleri onca çabanın görmezden gelinmesine, toplum tarafından çaresizliğe itilmelerine bir anlam veremeyen yorgun, bitkin, umutsuz kadınlar…
Böyle durumlarda hayata tutunmak zordur. Sığınacak başka bir liman bir daha karşısına çıkmayacakmış gibi gelir insana. Hele hele sevdiği ile beraber geçirilen yıllar uzunsa, kaybediş sonrasında yaşanacak sarsıntı daha büyük olur. Ve çoğu kadın kendisini dış dünyaya kapatır adeta, duygularını baskı altına alır ve kilitler. Tüm bunlar yetmezmiş gibi; çalıştığı iş yerinde olsun, uzun yıllar yaşadığı eski mahallesinde olsun, farklı bakışlarla, anlamsız imalarla kocaman bir kıskacın içinde yaşamaya mahkûm edilir. Dışarıya çıkmalarına, nefes almalarına izin verilmez. Adeta isyana teşvik edilir, başlarına gelen zorluklar yetmezmiş gibi hayatlarını karartmak için uğraşılır, ellerinden tutup destek olunacak, yardım edilecek yerde o kıskacın içinde bir ömre zorlanır.
Bunca tepki neden? Kendimize ait dar bir pencereden baktığımız için elbette. Anlamaya çalışmayız hayatlarını, yapmak istediklerini görmezden geliriz, hareketlerini dikkatlice izler, sonra da nedensiz yere suçlarız onları. Başlarına gelen her şeyin tek sorumlusu olarak görürüz. Oysaki birde onlardan dinlesek hayat hikâyelerini, yaşadıklarını, çektiklerini daha kolay anlayacağız belki de yaptıklarını ve yapmak istediklerini. Aklımıza  bile getirmeyiz nedense. Çünkü suçlamak, bir insanı toplum dışına itmek daha kolayımıza gelir; her zaman yaptığımız gibi çoğunluğun düşüncesine aykırı düşünenleri, kalıplaşmış değer yargılarımıza aykırı hareket edenleri ayıplarız. Farklı görüşlerden nefret ederiz, tartışmayı sevmeyiz ve kendi fikrimizi kabul ettirmek için baskı kurar, bazen şiddete başvururuz.
“Dul kadın” kimliğinde tüm haklarını kaybettiğine inanırız, var olanları da bizler elinden alırız. Ne ailesinin yanında, ne arkadaşlarının, ne de dostlarının. Hiçbir yerde rahat nefes almasına izin vermeyiz. Kaç yaşında olursa olsun bu kimlikle yaşamak gerçekten zordur kadınlar için; evli kadınlar onlardan nefret eder adeta, çünkü eşlerini ellerinden alacaklarını düşünürler; erkekler ise tabirimi maruz görün ama kullanmak, yararlanmak isterler.
Dul kadın her adımında çok temkinli olmak zorundadır. Yaşam şekline, toplum içindeki davranışlarına, çevresindeki kişilerle olan ilişkilerine, bu ilişkilerin mesafesine, arkadaşlıklarına, dostluklarına, hatta giyim tarzına bile… Kolay kadın olarak algılanmamak içindir tüm bu çabalar. “Kolay kadın”… ne kadar yakışıksız, ne kadar rencide edici bir tanımlama öyle değil mi? Aslında bu ve benzeri yakıştırmalar ne yazık ki toplumun oluşturduğu yazılı olmadığı, konuşulmadığı halde yıllar içinde uyulması gereken kurallar halinde önümüze sürülmüş değer yargılarıdır. Toplum bilincine öylesine derinden yer etmiştir ki zaman zaman isyan etsek, karşı çıksak da kolay kolay terk edemeyiz bu düşünceleri. Bizler bu şekilde düşünmeye ve tavır almaya devam ettiğimiz sürece, dul kadın kendisine konulan ismin ağırlığı altında ezilecek, iyice kendi kabuğuna çekilecektir. Hemen toparlanmazsa yaşamı giderek zorlaşacak ve kısa süre sonra karmaşık düşünceler içinde her şeye boş verip, kendini bile önemsememeye başlayacaktır. Günler geçip gittiği halde onun içinden bir şey yapmak gelemeyecektir, çünkü çaresiz ve yapayalnız kalmasının isyanı tüm bedenini kaplayacaktır. Eskiden ailece görüştüğü ve çok iyi anlaştığı arkadaşları artık onunla yollarını ayırmıştır. Üstelik potansiyel bir tehlike olarak görülmektedir. Oysaki şimdi aradığı kederini, acısını, gözyaşlarını paylaşacağı dostlarıdır. Ama kabahati her ne ise onu soyutlamışlardır kendi yaşantılarından. Kendisini, duygularını, içinde bulunduğu zor şartları anlamamış ve ellerinin tersi ile itmişlerdir karanlığa doğru. Zor bir yaşam, karanlık bir tünel onu beklemektedir artık. O tünelin ucunda belli belirsiz duran ışığı yakalayıp, yeni hayatında mutlu olabilmesi tamamen kendisine bağlıdır.
Bizler sadece vereceğimiz umut ve cesaretle bu ışığın kuvvetlenmesine yardımcı olabiliriz. Zor olsa da o ışığı yakalamayı denemeli, umutla yılmadan hayatına devam etmeli ve eski kimliğini geri kazanmalıdır bir şekilde. Yok yok içiniz kararmasın hemen çünkü tüm örnekler böylesi karanlık değil elbette, ayrıca olmamalı da. Arkadaşlarının, yakın çevresinin sıcaklığını fazlası ile gören, dışlanmayan, aksine desteklenen dul kadınlar da var aramızda. Ben onların diğerlerine göre daha şanslı olduklarına inanıyorum. Biraz kendi çabaları, biraz çevrelerinin pozitif etkisi ile yaşadıkları sıkıntıyı kolayca atlattıkları için; eski kimliklerini yeniden sahiplenip ayaklarının üzerinde durmayı başardıkları için. Onlar kadar şanslı olamayanlar içinse toplum olarak yapacağımız şeyler var mutlaka. Öncelikle bakış açımızı değiştirmekle başlayabiliriz, ne dersiniz? Çünkü tüm alışkanlıklara karşı yine de önce insan olmayı becerebilmek lazım diye düşünüyorum ben. Elbette onlara daha yaşanabilir bir zemin sunabilmek adına.  Bunun içinde her ne olursa olsun, insanın önce kendisi yaşamına saygı göstermesi ve yaşamını devam ettirmek zorunda olduğunu anlaması gerekiyor. Aslında şu ya da bu şekilde hiç birimizin yaşama küsme gibi bir lüksü yok, öyle değil mi?
Bütün gerçekleri benimseyen, her şeye rağmen gülümseyen ve gülümsemek isteyen tüm kadınlar için, yalnız olmadıklarını hissettirmek adına yazmak istedim bende. Sevgiyle kalın.
A'dan Z'ye Şifalı Bitkiler. TIKLAYIN

Uyku dengesi nasıl sağlanır?

Uyku dengesi nasıl sağlanır?

28 Aralık 2016 Çarşamba

En büyük aşklar, mutlu bir şekilde uzun yaşanılan aşklardır...




YAZAR CAHİDE GÜNAY


En büyük aşklar, mutlu bir şekilde uzun yaşanılan aşklardır...
Kadın ve erkeğin birbirine tutku derecesinde etkilenmesine yol açan pozitif bir duygu yoğunluğudur AŞK... Aşka kısaca tutkulu bir şekilde etkilenmede diyebiliriz. Aşkta tıpkı inanç gibi insana insan olma özelliği kazandıran temel yapı taşlarından birisidir. Yani aşk sadece insana özgü bir olgudur. Aşk kadın ve erkek insanın çift olmasına, yuva kurmasına, soyunu devam ettirmesine yardımcı olan duygusal bir etkendir. Aşk, insanların zannettiği gibi birlikte yaşanılan bir duygu değildir. Aşk, her zaman tek başına da yaşanılabilir. Aşık olan kişi aşkını yalnız yaşar. Aşk paylaşılamaz. Çünkü aşk çift yönlü bir etkileşimin ortaya çıkardığı duygu yoğunluğu değildir. Bir tek kişinin karşı cinsten etkilenmesiyle ortaya çıkan bir duygu yoğunluğudur. Zihinsel olarak, kişi aşık olduğunda akıl ve mantık mekanizmaları sağlıklı çalışmaz. Algısal bilgiler büyük yoğunlukla akıl üzerinden değil, duygu üzerinden düşünceye aktarılır. Buda aşık olduğumuzda olayları ve olguları sağlıklı değerlendirmemize engel olur. Birçok aşk yoğun ve hızlı yaşanır fakat çabuk biter. Gerçek hayatta mutlu biten aşkların sayısı oldukça azdır.  Aşkta yaşanılan duygu yoğunluğu sevgiye nazaran daha fazladır. Müthiş bir duygusal haz yaşarsınız.  En büyük aşklar, mutlu bir şekilde uzun yaşanılan aşklardır... YA SEVGİ... Kadın ve erkeğin  karşılıklı etkileşimleri sonucu ortaya çıkan pozitif duygu yoğunludur SEVGİ. Sevgi de tıpkı inanç ve aşk gibi insana insan olma özelliği kazandıran temel yapı taşlarından birisidir. Sevgi, kadın ve erkeğin mutlu ve sağlıklı bir birliktelik sağlamasına yardımcı olan duygusal bir etkendir. Aşkta tek taraflı etkilenme olmasına karşın, sevgide çift taraflı etkileşim vardır. Yani duygusal yoğunluk kadın ve erkek arasında paylaşılır, birbirine aktarılır. Sevginin ortaya çıkmasındaki öncül duygu hoşlanmadır. Bir kadın veya erkek karşı cinse ilgi duyar, yakınlık hisseder, birlikte olma isteği uyanır. Hoşlanma, karşılıklı etkileşimin en doğal halidir. Hoşlanmanın sonrasında görsel ve işitsel iletişim artar ve birlikte olma isteği ortaya çıkar. Görsel ve işitsel algı duygusal olarak kişiyi uyarırken, dokunsal algıda fiziksel olarak kişiyi uyarır. Tensel temas sevginin ortaya çıkardığı mutluluğu tamamlayan içgüdüsel bir etkendir. Kişiler arasındaki sevgi çeşitli nedenlerle azalacak ve yıpranmaya başlayacaktır. En tehlikeli kısım ise “birbirine katlanmak” kelimesini kullanmaya başladığınız zamandır. Sevgiyi ayakta tutmanın en önemli yolu karşılıklı anlayış ve özveridir. Karşılıklı anlayış ve özveride bulunulmaması halinde “katlanmak” ve sonrasında “tahammül edememe” noktasına gelinir ki bu çok tehlikelidir. Sözün özü, aşık olan kişi, aşık olduğunun farkına vardıysa, bütün kötü sonuçları göz önünde bulundurmalı ve partnerinin kendisi hakkındaki gerçek düşüncelerini öğrenmeye çalışmalıdır. Eğer seviyorsanız, partnerinizin duygularını ve düşüncelerini daha iyi anlayabilir uzun ve mutlu bir birliktelik sağlayabilirsiniz. Yazımda'da belirttiğim gibi, aşkı ve sevgiyi ayakta tutmanın en önemli yolu karşılıklı ANLAYIŞ VE ÖZVERİDİR.


Hayatın bir çok ALANINDA ken ZİHNİNE güvenen ve inanan insan diğerlerinden daha BAŞARILI olur . CAHİDE GÜNAY






YAZAR- CAHİDE GÜNAY

Tam olarak ne istiyoruz?

Zihninize sizden başkası ulaşamaz onu duyamaz.  Zihninize ne kadar güvenirseniz kendinize  güven de o kadar artar.  Zihnimiz  devamlı bizi eleştirir ve korumaya çalışır... Zihin devamlı bilinçaltının işine karışır ve sessiz bilinçaltı devamlı bilinçten azar işitir. Zihnin bilinçaltına bu hareketlerini kontrole aldığımız zaman, bilinçaltını kendi haline bırakıp mükemmellik yaratacağı bir ortam hazırlamış oluruz. Sonuç olarak bilincinizin bilinçaltını olumsuz yönde etkileyecek telkinlerde bulunmasını önlemeli, olumlu telkinleri bilinçaltına göndermeliyiz. Bu durumun farkında olursak, her gün bunu uygulayabiliriz. Kendimize bir şeyi mükemmel yaparken birden fakat diye başlayarak o mükemmelliği bozmamız tamamen zihnin suçudur. Kendinizi bilinçaltına teslim edin. Olumlu kontrolü elden bırakmayın. Başkalarından çok az şey bekleyin,  Kendiniz için yaptığınız şeyler için karşılık beklemeyin...  Sizin  için iyi olana inan ve yapın onu fakat sonucunda kendinizden bir karşılık beklemeyin... Ruhsal gücünüzü hesaba katarak mümkün olduğu kadar çok çalışın... Hayatın bir çok dalında kendine güvenen ve inanan insan diğerlerinden daha başarılı olur.

FARKINDALIK VE SİZ -YAZAR CAHİDE GÜNAY



FARKINDALIK VE SİZ
KİŞİSEL GELİŞİM - CAHİDE GÜNAY 
Yargısız bir şekilde kendine odaklanmaktadır FARKINDALIK. Duygu ve düşünceler yargılanmadan ve anlık yaşantının olağan ve geçici parçaları olarak izlenmektedir. Farkındalıkta, düşünce ve duygular, reddedilmemekte, yargılanmamakta, bastırılmaya ya da onlardan kaçınılmaya çalışılmamaktadır. Olumlu ya da olumsuz bütün anlık yaşantılar kabullenilmekte ve serbest bırakılmaktadır. Böylece endişe, üzüntü, kaygı, öfke gibi olumsuz yaşantılara karşı tolerans kapasitesi de artmaktadır. İnsan farkındalık kazandığında, eski yaşamında hiçbirşeyin farkında olmadan, yapmış olduğunun farkına varır. Kısacası kişi farkındalık kazandığında bir rüyadan uyanmış olur. Bir insan uyurken o an uyuduğunun farkında değildir. Bedensel olarak uyumuyorsunuz fakat farkındalık olarak uyuyorsunuz, farkındalık kazanmamışsınız. Bunu en iyi farkındalık kazandığınızda farkına varırsınız. Farkındalık ne geçmişi, nede geleceği düşünmektir, farkındalık sadece O an’a odaklanmak. Sadece an’ı yaşamaktır. Buda sizin kontrolünüz dışında gerçekleşen belkide farkına varmadığınız onca düşüncenin artık yok olması demektir. İstediğiniz zaman üzülmeyebilirsiniz. Tüm duygularınızı istediğiniz şekilde kontrol edebilirsiniz. Çünkü duygular zihinde geçen düşüncelere göre ortaya çıkar, sizde farkındalık kazandığınızda zihninizin kontrolünü ele alacağınız için zihninizin istemediğiniz duygulara kapılmasını önleyebilirsiniz. Yaşamınızda farkındalık sayesinde kontrolü ele alırsınız.


26 Aralık 2016 Pazartesi

"Biz" Olma Zamanı - Aziz ASLAN - Kocatepe


                  "BİZ" OLMA ZAMANI 

                  Her kesimde benlik artıyor. Aslında dünyada da böyle. Ama biz Türk milleti olarak asaletimizden gelen vasfımızı korumalıyız. 

                  Toplumsal faaliyetler başta olmak üzere, ticaret hayatında ve aile hayatında bencillik nedeniyle huzur, dirlik ve birlik kalmıyor. 

                   Aileler hızla parçalanıyor. Koskoca evlerde iki-üç kişi yaşıyor. Mekanlar genişliyor, gönüller küçülüyor. Yaşlılar yalnızlığa terk ediliyor. Küçükler büyükleri saymıyor, büyükler küçükleri dikkate almıyor. Aile fertleri kendi aralarında konuşamıyor. Baba , çocuklar yada kardeşler maddi uyuşmazlıklarından mahkeme kapılarında birbirlerinin geleceğini hakimin kararına terk etmişler. Eşler arasında huzursuzluk bitmiyor. Mutlu değiller. Evlenmeler gecikiyor, boşanmalar çoğalıyor. Çocuklar sağlıksız büyüyor. 

                     Ticarette ortaklıklar yürümüyor. Gücümüzü birleştirmiyor, sermayeleri küçülüyoruz. Büyük balık küçükleri daha kolay yutuyor. Faydalı bir faaliyet dahi, kendilerine de fayda sağlananlar tarafından engellenmeye çalışılıyor. Hayatında bir işçi çalıştırmamış olanlar 50 işçi çalıştıranın dedikodusunu yapıyor. Üretmeye çalışanın başarısı ömrü dedikodu ile geçen yaşlı züğürdün çenesini yoruyor. Sonra da eleştirdiğinden iş, aş , destek bekliyor. 

                     Siyasette gelince; aynı ideoloji mensupları olduğunu söyleyenler bırakın amaçlarında birleşmek hiç sebep yokken selam alıp veremez duruma düşüyor. Siyaset alanı fikir ve hizmet üretmek yerine eli boşların dedikodu üretim yerleri oluyor. Yetkiyi alanlar geçmişlerini unutuveriyor. Nankörlük, vefasızlık, ikiyüzlülük, iftira, emek hırsızlığı, arsızlık, yüzsüzlük hepsi bu arenada. Kimin dost, kimin düşman olduğu belli değil.Millet hizmet beklerken hizmet makamındakilerin duygu ve hırsları mantıklarının kilometrelerce önünde gidiyor. Vebalin ağırlığının farkında değiller. Toplumsal faaliyetlerin tıkanıklığının kaynağı da budur.
               
                Tabiidir ki birlik ve dirliğin olmadığı yerde başarı da olamıyor.
                Tek sebep; "Ben" duygusu ve çekememezlik. Hepimize zarar veriyor.
                Ne zaman ki " BİZ" diyebilirsek hedefe ulaşacağız inşallah. Şimdi "BİZ" olma zamanıdır.

                                                                                                    27. 12.2016/Köşe(Azizce)-Kocatepe

25 Aralık 2016 Pazar

Okuma ve Anlama Gücünüzü Ölçün - Şükrü Şimşek- 8.Sınıf Düzeyinde

KIBRIS BARIŞ HAREÂTI 


....


Okuma ve Anlama Gücünüzü Ölçün - Şükrü Şimşek- 7.Sınıf Düzeyinde

    HZ. HÜSEYİN’İN TÜRK MİLLETİNE DUASI 

    Bundan 1335 sene evvel; iktidar hırsı yüzünden gözü görmez, kulağı duymaz olan kalbi katranlaşmış Yezid, başlarında Hz. Peygamberimizin Torunu Hz. Hüseyin’in bulunduğu topluluğu, bir yudum suya hasret bırakarak şehit etmiştir. 

1.Yukarıdaki metinde bahsedilenlere göre Hz. Peygamber efendimizin damadı kimdir? 

A) Hz. Hüseyin 
B) Zeynel Abidin 
C) Hz. Emevi 
D) Hz. Ali

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu Ve Tek Parti Dönemi – şükrü şimşek -Makale

Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihi, Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal varlığının sona ermesi sonucu aynı toprakların temelleri üzerine Atatürk ve silah arkadaşları tarafından inşa edilmiş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurtuluş Savaşı ile başlar.Bu yazıda Osmanlı Devletini yıkılışı ile birlikte Türk-İslam coğrafyasında ortaya çıkan durumlar ve karar alıcılarımızın dönemi idare ediş şekilleri ve bunların sonuçları kısaca değerlendirilmiştir.

16 Aralık 2016 Cuma

Vatandaşların Siyasete Katılımı – Şükrü Şimşek

Vatandaşların (Halkın ) siyasete daha fazla katılmasını sağlamak iyi midir kötü müdür

Liberalizm Miadını Doldurmuş mudur? – Şükrü Şimşek

Toplumdan ve devletten istekleri olan dini gruplar ve kendini ayrıcalıklı olarak gören toplum birimleri düşünüldüğünde sizce liberalizm miadını tamamlamış mıdır? Yoksa değer farklılıkları, farklı hayat tarzları, farklı inançlar ve dinler içeren toplumlarda liberalizmin halen söyleyeceği bir şey var mıdır?

Halkın Yönetimi ve Temsili Demokrasi - Şükrü Şimşek

Halk Egemenliği ya da Halkın Yönetimi Kavramı Modern Temsili Demokrasileri Tarif Etmek İçin Anlamlı Bir Kavramlar mıdır?

Genelev

       GENELEV

      Küçük kasabanın birinde bir caminin tam karşısında arazisi olan adam, bir genelev inşa etmeye başlamış. İmam ve cemaat buna şiddetle itiraz etmişler.
Ancak mal sahibinin kendi arazisi üzerine nasıl bir iş yeri açacağına da yasal olarak karşı çıkamamışlar.
     Tüm cemaatin tek yapabildiği şey, imamın öncülüğünde bu genelev için her gün beddua etmekten öteye geçememiş.
İnşaat ilerlemiş ve açılışına birkaç gün kala her nasılsa şiddetli bir yıldırım düşmesi sonucu genelev yerle bir olmuş. Caminin cemaati bu olaydan duydukları büyük memnuniyeti saklamaya gerek görmemişler.
     Genelev sahibi adam, cami imamının ve cemaatin direkt olarak bu hasardan sorumlu oldukları iddiası ile camiye karşı tazminat davası açmış.
Cami imamı ve cemaat, savcılığa verdikleri savunmalarında bu konuda herhangi bir şekilde sorumlu tutulmalarına şiddetle itiraz etmişler.
Bu olayın kendi dualarından dolayı meydana gelmiş olabileceği iddiasını da kabul etmemişler. Gerekli tüm belgeler tamamlanıp mahkeme günü geldiğinde hakim dosyayı dikkatle incelemiş ve taraflara dönüp:
     
     - Bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum, demiş.
Ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var.
     -Taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi,
     -Diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati...!

AYNEN GÜNÜMÜZ DE OLDUĞU GİBİ KİMİ DİNSİZLERİN MENFAAT VE ÇIKARLARI UĞRUNA NASIL DİNDAR GÖZÜKTÜKLERİ İLE, KİMİ DİNDARLARIN ÇIKARLARI UĞRUNA NASIL DİNİ İNKAR ETTİKLERİNİN HİKAYESİ...!!!


15 Aralık 2016 Perşembe

Arap Baharı ve Suriye - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQT3hQTUJMZy11aFU/view?usp=sharing

İnsan Hakları -Sunu - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQTl81bm1qU0dpY1U/view?usp=sharing

Biz Neydik, Şuan Neyiz ve Ne Olacağız (Deneme Yazısı) - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQMWlNbDBuODJiWGs/view?usp=sharing

Kitap Okumaya Dair – Şükrü ŞİMŞEK

Kitap Okumaya Dair – Şükrü ŞİMŞEK

Hiç gerçek anlamda düşündünüz mü kitabın ne demek olduğunu?Hiç sordunuz mu neden kitap alındığını ya da düşüncelerin bile sessizleştiği kütüphanelerde  saatlerce neden oturulduğunu?Belki bir tutku,belki de yemek içmek gibi bir ihtiyaç okumak değil mi?Siz de bilirsiniz,bazılarına göre de lüzumsuzluğun ta kendisidir sayfalar arasında saatlerini geçirmek.Düşünsenize,eline bir tanecik kitap almadan,hiçbir fikri muhâkeme etmeden  şu koskoca hayâtı bomboş bitirmek... ne kötü değil mi?
Başkaları ne düşünüyor bilmiyorum ama bana göre okumak zihnimizdeki  boşluğa en güzelini koymak,kendini alabildiğince aşmak ve bilinmeyen ufuklara doğru bilmek için hızla koşmaktır.Saatlerini alsa da gözlerinin ferini çalsa da herhalde okumak kadar güzel ve ucuz olan bir seyâhat aracı olamasa gerek şu dünyada.
Başlangıçta o konuyla ilgili hiçbir şey bilmiyorsun ya da yüreğindeki kıpırtılar sana yetmiyor.Ve başlıyorsun okumaya sayfalar,sayfalar ve yine sayfalar...son sayfayı kapattığında  artık bir şeylerin tomurcukları oluşuveriyor zihninde.İşte bu tomurcuk satırlar arasındaki bilginin tomurcuğu,küçücük ve yemyeşil.Ve o tomurcuktan çıkacak olan bilgi çiçeğini canlandırmak ise senin elindedir artık.İster unut tomurcuğu kurusun gitsin,istersen kullan onu kıpkırmızı bir gül açsın bilgiye muhtaç zihninde.
Evet! Bilgiye muhtaç zihinler diyorum.Bazen soruyorum kendi kendime :”Ben yaşadığım şu dünyayla ilgili ne biliyorum?” diye.Cevabı ne oluyor biliyor musunuz ? Şu küçücük dünyada kocaman bir hiç.İnsanın bir konu hakkındaki küçücük ”ne biliyorsun ”sorusuna kocaman bir “Hiç” cevabı alması hiçbirimiz için de tatminkâr bir cevap olmasa gerek.Düşünsenize,kocaman bir kâinat,bu kâinatın içinde on sekiz bin âlemden sadece birisi olan Dünya,bu dünyadaki bir kıta,bu kıtadaki bir ülke,bu ülkedeki bir şehir ve bu şehirdeki bir binada küçücük olan sen.Neyi ifade ediyorsun?Hiçbir şey değil mi?Ama bu hiçlik nereye kadar devam eder bilmek ister misiniz:yukarıda sayılmış olan muhtelifiyâtın kitaplardan,dergilerden,gazetelerden vs. bir bir okunup öğrenilmesine kadar devam eder bence.Okuyup o kâinatı  öğrenmeye çalışmazsak sadece bir cehâlet esiri olmaktan ileri gidemeyiz kendimizi kocaman sandığımız bu hayâtta.Çünkü insanlar,bilmediklerinin yanında ya esirdir ya da bir hiç.Şahsen hiçlik duygusunun karmaşık yollarında acı çekmektense bilgiye ulaşma,onu öğrenme gibi zaman alıcı ama tatlı bir uğraşın içinde olmayı her zaman yeğlemişimdir.Zaten “Oku” değil miydi yüce Rahmân’nın ilk emri.
Belki herkesle aynı görüşteyiz,belki de fiiliyâtın  ve fıtriyâtın ta uç noktalarındayız birbirimizden haberli ya da habersiz.Fakat bir gerçek var ki ortada Türk toplumu olarak okumamaktayız.Okumuş,ilerlemiş,üç kıtaya bilgi ve becerisiyle adını “Türk” diye yazdırmış şanlı bir tarihin ;okumayan,ilerlemeyen,aksine  her gün bir adım daha geriye giden bir geleceği olmuşuz.Şimdi sormak gerek benliğe:Yahu yakışıyor muyuz biz bu şanlı tarihe? Belki  yüzümüz kızaracak,belki de hadi oradan sen de diye boğulmuş,tükenmesi gereken sesler yükselecek arka cenâhımızdan.Üzülmemek,yılmamak lâzım.Çünkü olumlu fikirlerde ısrarcılık insanoğlunu hep iyiye ve güzele götürmüştür.Bundan dolayıdır ki okuyalım,öğrenelim ve de başta söylenen bilinmeyen ufuklara doğru hiç değilse bir adımcık daha yaklaşmış olalım.Çünkü düşünceleriyle yaşayan bir canlı olarak bilinmeyeni bilmeye çok ihtiyacımız var.
İşte kitap,işte fiiliyâtların en güzeli olan okumak,insanı bilgisizlik bataklığından kurtarabilecek olan tek ilâhi faaliyet.Geçmişle bütünleşmek,gelecekle kucaklaşmak için yapılacak azıcık bir gayret ne kadar büyük  hedeflere götürür bizi değil mi? Gelin yetmiş milyonu aşkın  Türk toplumunda %1.5 olan okuma oranını en az %50’lere çıkaralım.Hayâta daha güzel ve daha istekle bakalım ki bilgisizlik ve eğitimsizlik buhranlarının yaşandığı ülkemizde naçizâne yaşamımızın da bir anlamı olabilsin artık.Unutulmamalıdır ki güzel olan her şey bilmekle,o bilgiyi de insanlık yararına kullanmakla olur.
                           
Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim Fakültesi
                                                                           Şükrü ŞİMŞEK

Şehit Mehmet'e - Şükrü Şimşek

ŞEHİT MEHMET’E

Artık hatırlamak yok mu eski dostu?
Zaman denen vefâsızın nedir bize kastı ?
Hani ağladığımız ayrılık denen yastı
Gittin de gelmedin asker,demek kurşun yolunu kesti

Şimdi görsen,üzülme dersin uzaktan
Boş ver takma dersin,bize ne dünyadaki hesaptan
En çok ben üzüldüm,çekip gidişine hayâttan
Hep hicrânı yaşadı gönül,gurbet denen uzaktan

Kan damlıyor tabuttan sen giderken hızlı hızlı
Bayrak gibi kızıl,bayrak gibi kutsal,bayrak gibi nazlı
Gözlerden süzülen yaşlar…bir görsen şu rüzgâr bile yaslı
Yürekler nasıl dayansın söyle,seni beklerken capcanlı ?

Korkma Mehmet’im,unutmam seni unutamam
Yüreğimde bir ateşsin sorma,yaman ki yaman
Bütün kalpler hilâle meylettiği o yakın zaman
Hepimiz birer Mehmet’iz,hepimiz toprak,hepimiz vatan

Kanın yerde kalmaz Mehmet’im,pusudayız her an
Sen müsterih ol,rahat uyu,korkma hiçbir zaman
Sana uzanan eller kırılır,Türk’tür,Türk kalacak bu vatan
Kürşat’ın torunu bırakmaz alır öcünü,alacaktır inan

Dönmesen de Mehmet’im,gönlümüz yine sende
Okulda da böyleydik biz tertip,askerde de böyle
Hani kızardık bazen,ölen yoksa vatan nerde
Sen de bayrak için öldün,vatan denen o aziz yerde
Sen de bayrak için öldün,vatan denen o aziz yerde


Şükrü ŞİMŞEK

 Afyon-15-09-2001

Sonbahar - Şükrü Şimşek





SONBAHAR
Sonbahardı,ağaçlar kalmıştı çırılçıplak.
Tatmışlardı o sessizliğin ve soğuğun tadını.
Sanki dermanları kesilmişti,aniden,fersizce
Kıpırdamıyorlardı,sallanmıyorlardı aheste aheste

Kurşun renkli bulutlar ağlıyordu
Sabahtan akşamlara kadar sessizce
Bilen yoktu,dertleri kederleri neydi?
Bilen yoktu,onları ağlatan kimdi?

Gecede bambaşka bir karanlık vardı
Zifiri karanlıklardan daha da karaydı
İliklerine kadar ıslanmış sessiz gecede
Beni ağlatan,beni titreten bir şey vardı.

Uzayan sonbahar gecesi bitmiyordu
Yaşandıkça sanki daha fazlasını istiyordu
Arsızlığın bu kadarını yaşayan karanlık gece
Bacalardan kıvrılan ılık dumanla ısınıyordu.

Kanı çekilmişti sanki sokakların
Lâmbaları bile fersizce yanıyordu
Kimsesizliği yaşayan garip yolların
Bilmem kahrını kimler çekiyordu.
                                 
Şükrü ŞİMŞEK-2000

Kastamonu

Çocuklarda Sınav Kaygısı - Şükrü Şimşek

KAYGI NEDİR ? Kaygı endişe destekli üzüntü duyma halidir.Endişe ise insan duygularına yönelik zihinsel bir süreçtir.Bazen saatlerce bazen çok kısa bir şekilde sürer ve insan performansının azalmasına,öğrenme sorunlarının ortaya çıkmasına,anlayabilme kalitesinin düşmesine neden olur.Bir nevi hafıza işlevlerini engellemeye çalışan bir virüs gibidir.Ve

Çocuklarda Sınav Kaygısı - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQVWRZdVduaU5QNjA/view?usp=sharing

Ortadoğu ve Dış Güçler – Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQb2lobWg4cFdiN3c/view?usp=sharing

Birleşmiş Milletler Sunu - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQN0IyZ0t4SENQaGc/view?usp=sharing

Arap Baharı Ve Mısır – Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQMnpSNWczcUJJaHM/view?usp=sharing

Arap Baharı Ve Mısır Sunu – Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQTUxrM0tnck14Q1U/view?usp=sharing

Uluslararası İlişkilerde Yeşil Teori (Makale) -Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQejhfbUxHZm82TE0/view?usp=sharing

5 Aralık 2016 Pazartesi

Osmanlı Siyasetnameleri Işığında Osmanlı Siyasi Düşüncesi-Makale - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQRUt0WllncWRiSTQ/view?usp=sharing

Osmanlıda Mahalle - Makale - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQTEx3aS1oZ0FXVzA/view?usp=sharing

Arap Baharı - Şükrü Şimşek



Siyaset Bilimi Ve Uluslararası İlişkiler
https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQYkFWWWV1OG10aVU/view?usp=sharing

Arap-Baharı Sunu - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQaHZWcXFkYmUyMU0/view?usp=sharing

Uluslararası İlişkiler Teorileri – Realizm – Makale - Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQbmFtVGVZWW0tT2s/view?usp=sharing

Uluslararası İlişkilerde Realizm -Şükrü Şimşek

https://drive.google.com/file/d/0B1_DUvfQ5XfQQXNfYURXb0E3NWs/view?usp=sharing


Osmanlılarda Saray Teşkilatı Ve Adetleri - Şükrü Şimşek

OSMANLILARDA SARAY TEŞKİLATI ve ADETLERİ

Osmanlı Devletinin kurulusundan sonra, saray teşkilâtı da diğer müesseseler gibi gelişme gösterdi. Bursa ve Edirne saraylarından sonra, İstanbul’un fethi üzerine bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının olduğu yerde, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından Saray-i Atik denilen eski saray kuruldu. Daha sonra yine Fatih tarafından Saray-i Cedit adi verilen Topkapı Sarayı yaptırıldı.

Bu saraylar padişahların hem ikamet ettikleri yer ve hem de bütün devlet islerinin görüşülüp karar verildiği en yüksek devlet dairesiydi.

Osmanlı Devletinde saray teşkilâtı üç kısımdan meydana gelmekteydi:

1) Bîrûn adi verilen dış kısım,
2) Enderun adi verilen iç kisim,
3) Harem-i hümayun.

Sarayın Birûn adi verilen kısmı sarayın dışı, yani Babüs'saâde haricindeki teşkilâtıdır. Sarayın Birûn teşkilâtının isleri çeşitli olduğundan, her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardandı.

Burada görevli olan ilmiye sınıfı ile Birûn ağaları denen ağalar, sarayın hem harem ve hem de Enderun kısmının haricindeki yerlerde ve dairelerde bulunup, vazifelerini yaparlar ve akşamları evlerine giderlerdi. Birûn teşkilâtına ait bütün tayinler sadrazam tarafından yapılırdı.

Enderun: Sarayın bu kısmı yüksek dereceli devlet memuru yetiştiren bir mektep ve terbiye yeriydi. Padişahlar bir kısmı sarayda ve bir kısmı da orduda olmak üzere Müslüman Türk terbiye ve kültürü ile yoğrulmuş, kendilerine Sadık bir sınıf yetiştirdikten sonra, Osmanlı devlet idaresini bunların eline vermiştir.

Küçük yastaki devşirme denilen çocuklar, saraya alınmadan sivil Müslüman Türk ailelerin yanında büyük bir itina ile yetiştirilerek, Müslüman Türk terbiyesi görürlerdi. Dini bilgileri ve Türkçeyi öğrenirler daha sonra saraya alınırlar, burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra, sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre saray haricindeki çeşitli devlet hizmetlerine tayin edilirlerdi. Sarayda her koğuşun ve sınıfın fertlerinin kaydına mahsus defterler olup, bunların saray terbiyesi üzere yetişmeleri için her koğuşta lala tabir edilen hocalar vardı.

Osmanlı Sarayı, hem devletin en yüksek idare organı ve hem de en yüksek idarecilerini yetiştiren bir müessese idi. Sarayı n kendine mahsus usul ve erkânı vardı. İslâm ahlâkinin ve insanlık seciyesinin en güzel örnekleri burada yaşanır ve buradan Osmanlı  ülkesine ve dünyaya yayılırdı.

Harem-i Hümayun: Padişahın  aile efradının; Padişah kadınlarının, Padişahın  kız ve erkek çocukları ile harem ağalarının ve muhasiplerinin oturduğu yerdi. Yerleşim olarak valide sultanin dairesi, sehzâdeler mektebi, Padişahların yatak odaları, cariyelerin yetiştiği yerler gibi bölümleri vardı. Haremde; valide sultan, baskadın efendi, Padişah kızları, gedikli kadın, hizmetçi (cariye)ler bulunurdu.

Harem-i Hümayunda bulunan cariyeler, İslâm ordularının düşmanlarla yaptığı harplerde esir edilen kadın ve kızlarla, Padişaha hediye edilenlerden hizmetçi olarak sarayda bulunanlardı. Bunların çoğu hizmetçi olarak hanim sultanların ve haremde vazifeli kadın görevlilerin emrinde hizmet ederek yetişirlerdi. Cariyelerin hepsi, uzun süre çok ciddi bir terbiyeden geçirilir, İslâm ahlâki ve Türk örfüne göre yetiştirilir, çeşitli hizmetlerle vazifelendirilirlerdi. Temayüz edenlerinden pek azı, Padişahın  özel hizmetlerini görmekle de vazifelendirilirdi. Bu dereceye yükselmek, cariyeler için pek büyük bir meziyet ve mazhariyetti ve uzun terbiyelerden sonra ulaşılırdı. Gerek Padişahın  ve gerekse Harem-i Hümayunda bulunan diğer hanedan mensuplarının hizmetlerindeki cariyelerle olan muameleleri, İslâm hukukuna uygundu. Keyfilikten, zevk ve sefaya zebunluktan uzak olup, Islâmiyetin tarif ettiği meşru aile hayatinin bir nümûnesiydi. Cariyelerden çoğu kendiliklerinden Müslüman olur, ya sarayda şerefli bir ömür sürerler veya münasip kimselere zengin çeyizlerle gelin edilirler, yuva kurarlardı.

Osmanlıda Kalemiye Sınıfı Ve Memuriyet - Şükrü Şimşek

OSMANLIDA KALEMİYE SINIFI VE MEMURİYET 

Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak yazılı kayıtlara duyulan ihtiyaç neticesinde, resmî olarak teşkilâtlanmış profesyonel kâtiplerden oluşan kalem daireleri kurulmuştur. Bu hizmet kurumlarının başlıcaları Defter-i Hâkâni, Hazine-i Âmire ve Divân-ı Hümâyun kalemleridir.

Osmanlı Devleti’nde ‘kalemler’ ismiyle bilinen kurumlar, aynı zamanda ihtiyacı olan memurları yetiştirmekteydi. Dairelere daha çok memur çocukları 10-12 yaşlarındayken devam etmeye başlar, çocuklar burada her türlü okuyup yazmayı, usul ve âdabı öğrenirlerdi. Bu çocuklara daha sonra bugünkü soyadının yerini tutan bir ‘mahlas’ verilir ve bu kişiler mahlaslarıyla çağrılırdı. ‘Şefkatî’, ‘safvetî’ gibi çeşitleri olan bu mahlasların verilmesi de bir merasime tâbiydi. Bu kalemlere hiçbir şey bilmeden başlayan genç memurlara ‘mülâzım’ veya ‘şakird’ denirdi. Mülâzımlar ev, cami veya kalemlerde yetiştiriliyordu, yeterli görülmediği taktirde ayrıca hocalar tayin edilirdi.

Medrese gibi standart bir mektebi olmayan kitâbet, zor bir meslek olarak görüldüğü için kâtiplerin temel eğitimden sonra hususî surette kendilerini yetiştirmeleri gerekirdi. Kâtiplerin öğrenmesi gereken ilim ve fenler; başta sarf, nahiv ve lûgat olmak üzere, meâni, beyan, bedii, şiir, inşa, edebiyat, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerif; atasözleri (durûb-ı emsal), terimler, tarih, coğrafya ve örfî hukuku ihtiva etmekteydi.

Şakirdlikten, çıraklığa oradan da kâtiplik kadrosuna 10-15 yıllık uzun bir sürede dâhil olunurdu. Hüküm yazabilmek için kâtiplere kadronun yanı sıra yetki mânâsına gelen ‘icazet’ verilirdi. Resmî yazışmalarda, yalnız dilin âdâb ve kaidelerine vâkıf olmak yeterli değildi. ‘Usûl-i kalem’ denen birtakım incelikleri bilmek ve bunlara uymak gerekirdi.

Kalemiye kadroları, aşağıdan yukarıya doğru mülâzım, şakird, kâtip, halife, serhalife, mübeyyiz, şerhli; mensup olduğu kalemin özelliğine göre, ilâmcı, tezkireci, rûznâmeci, kesedar gibi isimler alıyordu. Başarılı olanlar kâtip, kalem şefliği, reisü’l-küttablık, nişancılık ve hattâ sadrazamlığa kadar yükselmekteydi. Osmanlılarda bilhassa 17. yüzyıldan sonra kalemden yetişerek sadarete yükselenler bulunmaktaydı. Dirayet sahibi kâtip ve münşilerin bazen padişahlara bile yol gösterdikleri ve onları ikaz ettikleri görülürdü. Nitekim Celalzâde’nin kâtipliği sırasında Yavuz’u zaman zaman ikaz etmesi, Koçi Bey’in 4. Murad ve Sultan İbrahim’e sunduğu risalelerindeki tutumu bunu açıkça ortaya koymaktadır.

16. yüzyılın ilk yarısında, medrese eğitimi görmüş, kadılık kadrosu bulamamış veya merkez bürokrasiye intisabı daha avantajlı görülmüş kadı ve müderris adıyla anılan kâtipler de bulunmaktaydı. Bu kişiler kalem mesleğine yabancı olsalar bile ‘münşîlik’ vasfını hâiz olmaları sebebiyle tercih edilmekteydi.

Kâtiplik mesleği sadece yazı yazmaktan ibaret değildi. Devlet işlerini kâtiplikteki bürokratlar yürütürdü. Özellikle reisü’l-küttap her konuda sadrazamı bilgilendirirdi, bütün bürokratik faaliyetler onun mesuliyeti altındaydı. Eski ve yeni bütün ahitnâmeler, elçilerin bütün günlük faaliyetlerinin bilindiği ve bütün sırlarının kaydedildiği yerler, başta Divân-ı Hümâyûn kalemi olmak üzere bu kalemlerdi. Ketum olmak ve devlet sırlarını ifşa etmemek, kâtiplerin en önemli özelliklerindendi. Fakat gerileme döneminde kalemlerde gizliliğe riayet edilmediği, kalem şeflerinin yazdığı bazı lâyihalardan anlaşılmaktadır.

Bir kalem şefinin yazdığı lâyihada, ecnebilerin ve kim olduğu bilinmeyen kimselerin kalemlere giriş çıkışlarının külliyen yasaklanması ve kaleme giriş çıkışların nizama bağlanması teklif edilmektedir.
Kalemiye mesleğinde hizmet vermiş Celâlzâde de devlette gizliliğin önemine şöyle işaret etmektedir: “Bunların hakikatini vezir-i âzam, tuğra hizmetine bakan nişancı ve divân kâtibinden başka kimse bilmezdi. Saltanat sırları ve hilâfet işleri son derece korunmuş ve sağlamdı. Toplantılarda esas gâye gizli tutulurdu.”

Osmanlıda Ramazan Ayı - Şükrü Şimşek

OSMANLIDA RAMAZAN AYI

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren resmi teşrifat, yani protokol kuralları gelişmişti. Neyin ne zaman ne şekilde yapılacağı çok ince kurallara bağlanmıştı. Ramazan ayı geldiğinde gelenekleşmiş kurallara göre bu ayda yapılan faaliyetler vardı. Bunların en önemlilerinden biri veziriazamın, yani dönemin başbakanının iftar davetleriydi. Fakat Osmanlı döneminde iftar davetleri günümüzde olduğu gibi Ramazan’ın ilk günüyle birlikte başlamazdı. İnsanların vücutlarını ve psikolojilerini oruca hazırlamaları, ayrıca Ramazan’ın ilk günlerini aileleriyle birlikte geçirmeleri için davetler Ramazan’ın dördünden sonra başlardı.

Veziriazam ve diğer üst düzey devlet adamları, Ramazan’ın dördünden itibaren âlimleri, bürokratları ve askerin ileri gelenlerini protokol kurallarına göre iftara davet ederlerdi.

İFTAR DAVETLERİ

İftar davetlerinin en önemlisi veziriazamın hükümet merkezinde vereceği ziyafetlerdi. Veziriazamın davetine katılacak devlet adamlarının listeleri düzenlenerek padişahın onayına sunulurdu. Davetlere ilk çağrılanlar âlimlerdi. Ramazan’ın dördüncü gününde padişahlar tarafından yaptırılmış olan camilerin şeyhleri, beşinci gününde şeyhülislam, altıncı gününde Rumeli ve Anadolu kazaskerleriyle, Peygamberimiz’in soyundan gelenlerin kayıtlarını tutan nakibüleşraf veziriazamın davetine katılırdı. Daha sonra ordunun ve bürokratların önde gelenleri makamlarına göre tespit edilmiş günlerde veziriazamın sofrasında iftar yaparlardı. Herkesin iftarlara geliş ve ayrılışları törenle olurdu.

Davetler Ramazan’ın 24’ünde sarayda padişaha hizmet eden mirahurlar, bostancıbaşı ve kapıcılar kâhyasına verilen iftar yemeğiyle sona ererdi. Bu arada veziriazamın iftar davetine katılanlar daha sonraki günlerde şeyhülislam ve diğer vezirlerin ziyafetlerine giderlerdi. Ramazan’ın 25’i boş geçirilir, daha sonra Ramazan’ın son günleri devlet adamlarının birbirlerini bayram tebriki ziyaretleriyle geçerdi.

Osmanlı padişahları ise iftarlarını genelde sarayda yaparlardı. Padişahların saray dışında iftar yapmaları istisnai bir durumdu. 19. yüzyılda padişahlar nadiren de olsa veziriazamlara veya ulemadan birine haber vermeden iftara gittiler.

Padişahlar, 19. yüzyılın sonlarına doğru devlet adamlarına ve ordu mensuplarına iftar yemeği vermeye başladılar. Özellikle, Sultan İkinci Abdülhamid askerleri ve öğrencileri Yıldız Sarayı’nda iftara davet ederdi. Padişahın Ramazan dolayısıyla tertiplemiş olduğu iftar yemeğine katılan subay ve askerlere ayrıca para da verilirdi

Osmanlıda Hamam Kültürü - Şükrü Şimşek

OSMANLIDA HAMAM KÜLTÜRÜ

Türk Hamamının tarihine bakıldığında, öncelikle belirtilmesi gereken şey, Türkiye'deki pek çokşey gibi, hamamların da saf "Türk" olmayıp, sadece erken dönem Yunan ve Roma örneklerinden kopyalanmış ya da yeniden inşa edilmiş eski Bizans hamamları olduklarıdır. Ancak denebilirki, hamamların sadece temizlik amacının dışında, sosyal hayatın "olmazsa olmaz" bir parçası haline gelmesi Osmanlılar sayesindedir. Sosyal hayatta, görünürde islami kuralların hüküm sürdüğü, son derece kapalı bir toplumun, zevk ve eğlencenin zaman içinde her çeşidini yaşadığı, günümüzdeki kafeterya ve barların belkide evrim öncesi halidir hamamlar.
Osmanlılar, İstanbul'u maddi anlamda fethetmişler, ama Roma'dan devraldığı zengin mirasın etkilerini yansıtan Bizans da, diğer pek çok şeyi gibi, hamamlarıyla Osmanlıları fethetmiştir.İstanbul Fatihi 2. Mehmet de şehirdeki bu güzelliklerden o denli derin etkilenmiştir ki, fetih sonrası, İslam hukukuna göre kendisi teslim olmayan ve sonunda ele geçirilen şehirler için öngörülen "yağma" cezasını istemeyerek ve artık günlerce savaşmaktan sinirleri bozulmuşaskerlerinin tehditleri neticesinde vermek zorunda kalmıştır. Yine de şehrin bir kısmını kendisi için ayırarak, bu yağmadan kurtarmayı başarabilmiştir. Daha sonra, eski temellerin bazıları yeniden kullanılmış ve yıkıntılardan çıkarılan malzemelerin bir çoğu yeni yapılarda kullanılmıştır. Ancak Bizans'tan geriye kalanlar arasında en fazla benimsenen yapının hamamlar olduğu kesindir.
 İmparatorluğun en görkemli döneminde, şehrin her mahallesinde sıcak ve soğuk banyoları, çeşmeleri, kubbeli mermer odalarıyla, haftanın belirtli günlerinde de sadece kadınlara açık olan bir hamam mutlaka bulunurdu. Mübalağayı seven Evliya Çelebi'nin aktardığına göre, 17. Yüzyılda İstanbul'da 4 bin 536 özel hamam ve 300 adet halka açık hamam bulunuyordu. Hamam'ın Osmanlı kültüründeki yeri ve önemi göz önüne alındığında, belki özellikle bu konuda Evliya Çelebi'nin verdiği rakamlara inanmak yerinde olacaktır. Ancak özel banyo kültürünün gelişmesiyle, halka açık hamamların sayısı sonraları giderek azalmış olup, 19. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde sadece 130 kadarı kalmıştır.
Hamamların Osmanlı Kültüründe bu denli önemli bir yer tutmasının en temel nedeni din'di. Kur'an'a göre temizlik dindarlığın önemli değil, "asli" bir parçasıydı. Bu mermer tapınaklar banyo, masaj ve sohbetten oluşan bir toplumsal yaşamın ortaya çıkmasını sağlıyordu. Arkadaşlık ve kısmet bulma arzusu da hamama gidilmesinde sağlık ve din kadar önemli yer tutardı. Zira, özellikle kapalı kapılar ardında yaşamını sürdürmek zorunda olan Osmanlı kadınının sosyalleşebildiği tek yer burasıydı. Varlıklı kadınlar bile evlerinde özel hamamları bulunmasına rağmen, haftada en az bir kez mahalle hamamına giderlerdi.

Hamama, havlu, fırça, kına, sürme, bir kalıp Girit sabunu ve sedef kakmalı nalınlarıyla beraber ve hizmetkarlar eşliğinde gidilirdi. Bu törensel hazırlık, hamamda bir kaç saatin değil, neredeyse bir günün geçirilmesinden kaynaklanıyordu.

Osmanlıda Aşk ve Evlilik - Şükrü Şimşek

OSMANLIDA AŞK VE EVLİLİK

 Gençlerin evlenme zamanı geldiğinde, istedikleri kızın özellikleri bu konuyu konuşmaktan sıkılmayacağı bir akrabası, dadısı ya da süt ninesi tarafından uygun bir şekilde sorulur, öğrenilirdi. Gencin annesi, akrabalarından, yakınlarından ve diğer yerlerden gelin olacak kızları araştırır, etraflıca öğrenirdi. Daha sonra kız görülmeye gidilirdi. Evlenmeye aracılık eden ailenin yaşlılarının, tanıdıkların yanında geçimini, bu işten kazanan hanımlar vardı. Bunlardan başka konaklara şal, mücevher ve benzeri eşya satmak için gidip gelenler de bu hizmette bulunurlardı. Görücüye gelenler, evdekilerce karşılanır, misafir odasına alınır, ikramda bulunulurdu bu arada, diğer odada kız hazırlanır, saçları ve üstü düzeltilir, hazır olunca misafir odasının kapısının dışına gelir, beklerdi. Kahve ikramı yapılacağı sırada kız da odaya girer, misafirler ayağa kalkmaz, yerlerinde kalırlardı. Kız, misafirlerin tam karşısına konmuş bir sandalyeye, görücülerin hepsine başıyla selam vererek oturururdu. Bu arada, kahveler de verilirdi. Kızın misafirlerin yüzlerine dik dik bakması, gülmesi, eteğiyle oynaması, parmaklarını çıtlatması, eteğini çekip örtmesi veya parmağındaki yüzükle oynayıp çevirmesi, sert sert cevap vermesi ayıp karşılanır, terbiyesizlik sayılırdı. Görücülerin de kızın ismini, yaşını sorması, tahsilinden söz etmeleri, hepsinin gözlerini kıza dikip bakmaları ve o sırada birbirlerine sokulup aralarında konuşmaları da çok ayıp sayılır, terbiyesizlik, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Her iki taraf bu davranışlardan çekinirdi. Vakit gelip, görücüler ayrılacaklarında, kız da hepsini saygılı bir şekilde başıyla selamlayarak odadan çıkardı görülen kız, alacak kimseye; bir mâni çıkar da kısmet olmazsa, çocuğun gönlü o kızda kalmasın diye ne fazla övülür, ne de mübâlağa ile anlatılır, ikisi ortası bir tarif yapılırdı. Her şeyden evvel evlilik, Allahû Tealâ'nın indinde kutsal bir müessesedir, mukaddes bir müessesedir. Çünkü, evlilik bir kaderdir. Ne zaman bir iradenin yeterliliği söz konusu değilse, ikinci bir iradenin mutlaka devreye girmesi gerekiyorsa, bu olay kaderi ifade eder. Eğer bir olayın tamamlanması için bizim irademiz yeterli değilse, en az bir iradeye daha ihtiyacı varsa ki; evlilik müessesesi sadece iki tarafın "evet" demesiyle de gerçekleşmez; iki tarafın da tarafları vardır. O tarafların da rızasını almak asıldır. Öyleyse, evlilik çok yönlü bir olaydır ve birçok kişinin rızasını gerektirir, birçok irade devreye girmelidir. Kız tarafının annesi, babası, akrabaları; erkek tarafının annesi, babası, akrabaları, yakınları, iki tarafın da yakınları. Bunlar hep biraraya gelecekler, düşüncelerini bildirecekler birbirlerine, neticede bir karara ulaşacaklar. Öyleyse, "EVLİLİK" adını verdiğimiz müessesede bir tarafın iradesi hiçbir zaman yeterli değildir. Mutlaka başka iradelerin de devreye girmesi gerekiyor. Diyelim ki; bazı gençler annelerinin, babalarının ve başkalarının rızasını almadan bir evlilik müesseseseni gerçekleştirirler. Öyle olduğunu kabul etsek bile gene en az iki tane irade var. Ne erkeğin, ne de kadının tek başına bu kararda söz sahibi olması mümkün değildir. Demek ki; herhâlükârda, mutlaka bir başka irade devreye giriyor. Taraflardan birinin iradesi hiçbir zaman evlilik için yeterli değil. Öyleyse, evlilik kesin olarak bir kaderdir. Kaderse, bu konuda Allah söz konusudur. İşte asıl olan, bir evliliğin Allah'ın emrettiği biçimde evlilik olmasıdır. İşte Osmanlı evliliği, bu evliliklerin Allah'ın vücuda getirdiği statüdeki sonucudur. Genellikle Osmanlı'da eşler birbirlerini görmeden evlenirlerdi ve anne, baba ve iki tarafın yakınları tarafları görürler, ona göre bir karara varırlardı. Anne kızı görür, baba delikanlıyı görür ve taraflar hacet namazı kılarlar, Allahû Tealâ'dan sorarlar ve Allahû Tealâ'nın dizayn ettiği bir statü içerisinde evlilik müessesesi oluşur ve iki taraf nikâh müessesesi tamamlanana kadar birbirlerini çoğunlukla görmezlerdi. Osmanlı öyle ailelerin sahibiydi ki, evlilik müessesesi tamamlandığı zaman, ölüme kadar genellikle evlilik devam ederdi. Öyleyse, düşünün; taraflardan ikisi de tasavvufta ve Allah'a sorarak karar veriyorlar. Allahû Tealâ'nın uygun görmediği hiçbir nikâhın gerçekleşmesi söz konusu değil. Böyle olunca evlilikler sonsuz ömürlü oluyordu ve taraflardan birinin ölümüne kadar evlilik müessesesi devam edip gidiyordu. Sonra, ne zaman ki sarayda evliyanın yerini cinci hocalar aldı, zaman içerisinde Osmanlı'da da su katılmış bir evlilik müessesesi oluşmaya başladı, "hulle" denilen bir müessese oluştu ve tarafların yavaş yavaş Allah'ın emrettiği evlilik biçiminin dışına doğru taştıklarını görüyoruz.


Yetişkin genç ev hanımı olarak yetiştirilme tarzları Kız çocuklara okuma, dînî vazifeler öğretilmesinin yanında mutlaka ev içinde, yaşına uygun sorumluluklar verilirdi. İyi bir ev hanımı olarak yetiştirilebilmeleri için çok titizlik gösterilirdi. Evlendiği zaman evin işlerini tek başına yapabilmesi; evi en ekonomik şekilde idare etmesi için gereken yetenekler kazandırılmaya çalışılırdı. Çeyiz olarak götürecekleri çamaşır, yatak ve yemek takımlarını genç kızlar kendileri yaparlardı. Her evde mutlaka bir ve gerekiyorsa birden fazla bez dokuma tezgahı bulunur, bunlarla evin ihtiyaçlarına yönelik kumaşlar, gömleklik, çamaşırlık ve çarşaflık bezler dokunur ve bu işler hanımların en önemli işlerinden sayılırdı. Yetişmeye başlayan kızlar, evlenme zamanı yaklaşınca tezgâh başına oturtulur, kadınlık vazifesi olarak bu işe alıştırılır, sıkmadan, öğretilmeye çalışılırdı. Ev hanımları, daha küçük yaşlardan ev içinde sorumluluk verilerek, ev işlerine alıştırıldıklarından, ömürleri yalnız tezgâh başında bez dokumakla geçmezdi. Çok düzenli ve dakik olan Osmanlı hanımları, her işin vakit ve zamanını çok iyi tayin eder; küçük hanımları da her işi vaktinde yapmaya alıştırırlardı. Zamanında iş görür, vaktinde dinlenirlerdi. Gelen misafirlerle eğlenip gezmek, boş kalındığında yine eğlenerek vakit geçirmek amacıyla örgü, nakış yapmak; saz biliyorsa sazla neşelenmek için vakit ayırırlardı. Ailenin kilerlerini gözden geçirirler, düzen ve temizliği için tedbirler alırlar, eksikleri belirlerlerdi. Bütün bunlar her sınıftan hanımın şahsî işlerindendi.  

Osmanlı Sarayında Harem Fuhuş Yuvası mıydı? - Şükrü Şimşek



OSMANLI SARAYINDA HAREM FUHUŞ YUVASI DEĞİLDİ

Harem, yani evde kadınların yaşadıkları bölüm geçmiş çağlarda da vardı. Osmanlı haremi konusunda da akla ilk olarak hakkında çok az bilgi bulunan Bursa Sarayı gelir. Böyle bir saray mevcut olmuştur fakat haremiyle ilgili hiç bir bilgi yoktur. Oysaki Bursa kütüğü ve şeriye sicillerinde, Bursa Sarayına ait pek çok bilgi vardır . Ancak görkemden uzak saraylarda yaşayan Osmanlı beylerinin haremleri bu dönemde herhangi bir Türk evindekinden pek farklı olmamalıdır.

Edirne Sarayı, Topkapı Sarayı, Dolmabahçe ve Yıldız Sarayları ise haremin hem mimari hem de kuralları açısından belli olduğu yerler olarak süre gelmiş yerlerdir.
Haremde, merkezde padişah odası bulunur. Bunun etrafında ise valide sultanlar, kadınlar, şehzadeler, ustalar, kalfalar ve cariyelerin daireleri yer alır.

17. yy.da veraset sistemi değişinceye kadar harem nüfusu az olarak kayıtlara geçmiştir. Fakat şehzadelerin kafes usulüyle sarayda yaşamaya başlamalarıyla bunların ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü hizmetkâr cariyelerin de artmasıyla saray nüfusunda bir artış söz konusudur. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında Hanedan’la yakın ilişkisi olan şair Leyla Saz, hatıratında, “Bazı Çerkez kadınlarının kızlarını padişah haremi olup ihtişam ve elmaslar içinde hayat süreceğine dair ninnilerle büyüttüklerini” ifade etmişti .

Belirtmek gerekir ki Osmanlı devlet teşkilâtında harem-i hümâyûn tabiri hem haremi hem de enderunu içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır .

KÖLELİK VE CARİYELİK
Köle tabiri ile cariye tabiri arasında hukuki bir muhtevâ itibariyle hiçbir mana farklılığı yoktur.İslamiyet’te erkek köleye rakîk, ABD, memlûk, kadın köleyede rakîke, memlûke ve cariye gibi isimler verilmiştir. Toplumuzda ise cariye denilmesiyle anlaşılan genel kanı Osmanlı padişahlarının cinsel münasebette bulundukları haremdeki tüm kadınlar anlaşılmaktadır. Fakat Osmanlı padişahların cariyelerinin hepsiyle böyle bir münasebet bulunması söz konusu değildir. Zira onlar aynı zamanda İslam halifeleridir ki Kur’an-ı Kerim’de “Sizden bekâr olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden durumu uygun olanları evlendirin. Eğer bunlar yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir ” denilerek padişahların tüm cariyeleriyle cinsel münasebette bulunmadıklarına bir kaynak gösterilebilir.

CARİYELER
Osmanlı padişahları kuruluş devresinde bir politika gereği etrafındaki beyliklerden veya hanedanlardan kız almış ve akrabalık ilişkisi kurmuştu. Genişleme dönemine gelindiğinde ise artık Osmanlı padişahlarının ve şehzadelerinin –II. Osman (1618–1622) ve Sultan Abdülmecid (1839–1861) istisna olmak üzere- eşlerini cariyelerinden seçmeleri adet haline geldi.İlk zamanlar savaş yapılan uluslardan cariyeler saraya alınmıştır . Öyle ki genişleme döneminde çok fazla esir alınmasından dolayı güzel ve kusursuz olanları hareme alınmış diğerleri satılmıştır. Duraklama devrine geldiğimizde ise saraya esir alımında bu kaynağın kuruduğu görülmektedir. Bunun yerine çok nadir olarak komutanlar tarafından esir alınan kızlar saraya sunulmuştur. Bunların dışında saraya cariye alımında devlet görevlilerinin yetiştirdikleri veya satın aldıkları cariyeleri saraya sunmaları ve Gümrük Emini tarafından cariye alınıp saraya sunulması söz konusuydu.

Genel olarak cariyeler 3 kısma ayrılırdı. Bunlar; hizmet için alınan cariyeler ki saray hizmetlerini yerine getirmek için alınan genelde yaşları büyük ve yüzüne bakılacak güzellikte olanlardı. Bu kişiler 9 yıl hizmet gördükten sonra kalfa ve ustalar gibi isterlerse saraydan ayrılabilirler, yani azatnameleri verilirdi. İkinci olarak satılmak için alınan cariyeler vardı. Bunlar 5–7 yaşları arasındayken büyüdükçe güzelleşeceği tahmin edilen kız çocuklarıydı. Bunlar yaşları ilerledikçe güzelleşiyorlarsa bir müzik aleti çalması, güzel konuşması ve erkekleri baştan çıkarma yöntemleri öğretilir ve satışa çıkarılırlardı. Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi . Üçüncü grubu ise odalık adını verdiğimiz cariyeler oluşturuyordu ki bunlar cariyelerin en güzel ve en pahalı olanlarıydı.Bu cariyeler saraya kontrol edilerek alınırlardı. Uykusu ağır olan, ayağı kokan, horlayan kızlar saray haremine giremezdi.

Hareme alınan cariyelere ilk olarak fiziki özellikleri göz önüne alınarak yeni isimler verilirdi. Bu isimler padişah tarafından verilir ve bu isimlerin herkes tarafından bellenmesi ve akılda tutulması için iğne ile göğüslerine iliştirilirdi. Hareme alınan cariyeler kalfalar tarafından eğitilirlerdi. Müslüman oldukları için Kur’an okumak mecburiyetinde idiler.

Osmanlılarda Saray Teşkilatı Ve Adetleri - Şükrü Şimşek

OSMANLILARDA SARAY TEŞKİLATI ve ADETLERİ

Osmanlı Devletinin kurulusundan sonra, saray teşkilâtı da diğer müesseseler gibi gelişme gösterdi. Bursa ve Edirne saraylarından sonra, İstanbul’un fethi üzerine bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının olduğu yerde, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından Saray-i Atik denilen eski saray kuruldu. Daha sonra yine Fatih tarafından Saray-i Cedit adi verilen Topkapı Sarayı yaptırıldı.

Bu saraylar padişahların hem ikamet ettikleri yer ve hem de bütün devlet islerinin görüşülüp karar verildiği en yüksek devlet dairesiydi.

Osmanlı Devletinde saray teşkilâtı üç kısımdan meydana gelmekteydi:

1) Bîrûn adi verilen dış kısım,
2) Enderun adi verilen iç kisim,
3) Harem-i hümayun.

Sarayın Birûn adi verilen kısmı sarayın dışı, yani Babüs'saâde haricindeki teşkilâtıdır. Sarayın Birûn teşkilâtının isleri çeşitli olduğundan, her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardandı.

Burada görevli olan ilmiye sınıfı ile Birûn ağaları denen ağalar, sarayın hem harem ve hem de Enderun kısmının haricindeki yerlerde ve dairelerde bulunup, vazifelerini yaparlar ve akşamları evlerine giderlerdi. Birûn teşkilâtına ait bütün tayinler sadrazam tarafından yapılırdı.

Enderun: Sarayın bu kısmı yüksek dereceli devlet memuru yetiştiren bir mektep ve terbiye yeriydi. Padişahlar bir kısmı sarayda ve bir kısmı da orduda olmak üzere Müslüman Türk terbiye ve kültürü ile yoğrulmuş, kendilerine Sadık bir sınıf yetiştirdikten sonra, Osmanlı devlet idaresini bunların eline vermiştir.

Küçük yastaki devşirme denilen çocuklar, saraya alınmadan sivil Müslüman Türk ailelerin yanında büyük bir itina ile yetiştirilerek, Müslüman Türk terbiyesi görürlerdi. Dini bilgileri ve Türkçeyi öğrenirler daha sonra saraya alınırlar, burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra, sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre saray haricindeki çeşitli devlet hizmetlerine tayin edilirlerdi. Sarayda her koğuşun ve sınıfın fertlerinin kaydına mahsus defterler olup, bunların saray terbiyesi üzere yetişmeleri için her koğuşta lala tabir edilen hocalar vardı.

Osmanlı Sarayı, hem devletin en yüksek idare organı ve hem de en yüksek idarecilerini yetiştiren bir müessese idi. Sarayı n kendine mahsus usul ve erkânı vardı. İslâm ahlâkinin ve insanlık seciyesinin en güzel örnekleri burada yaşanır ve buradan Osmanlı  ülkesine ve dünyaya yayılırdı.

Harem-i Hümayun: Padişahın  aile efradının; Padişah kadınlarının, Padişahın  kız ve erkek çocukları ile harem ağalarının ve muhasiplerinin oturduğu yerdi. Yerleşim olarak valide sultanin dairesi, sehzâdeler mektebi, Padişahların yatak odaları, cariyelerin yetiştiği yerler gibi bölümleri vardı. Haremde; valide sultan, baskadın efendi, Padişah kızları, gedikli kadın, hizmetçi (cariye)ler bulunurdu.

Harem-i Hümayunda bulunan cariyeler, İslâm ordularının düşmanlarla yaptığı harplerde esir edilen kadın ve kızlarla, Padişaha hediye edilenlerden hizmetçi olarak sarayda bulunanlardı. Bunların çoğu hizmetçi olarak hanim sultanların ve haremde vazifeli kadın görevlilerin emrinde hizmet ederek yetişirlerdi. Cariyelerin hepsi, uzun süre çok ciddi bir terbiyeden geçirilir, İslâm ahlâki ve Türk örfüne göre yetiştirilir, çeşitli hizmetlerle vazifelendirilirlerdi. Temayüz edenlerinden pek azı, Padişahın  özel hizmetlerini görmekle de vazifelendirilirdi. Bu dereceye yükselmek, cariyeler için pek büyük bir meziyet ve mazhariyetti ve uzun terbiyelerden sonra ulaşılırdı. Gerek Padişahın  ve gerekse Harem-i Hümayunda bulunan diğer hanedan mensuplarının hizmetlerindeki cariyelerle olan muameleleri, İslâm hukukuna uygundu. Keyfilikten, zevk ve sefaya zebunluktan uzak olup, Islâmiyetin tarif ettiği meşru aile hayatinin bir nümûnesiydi. Cariyelerden çoğu kendiliklerinden Müslüman olur, ya sarayda şerefli bir ömür sürerler veya münasip kimselere zengin çeyizlerle gelin edilirler, yuva kurarlardı.

Ahilik Kültürü - Aziz Aslan

AHİLİK KÜLTÜRÜ- Aziz Aslan           Ahilik, Anadolu Selçuklu Devleti'nin son dönemleriyle Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemi aras...