OSMANLI
DEVLETİNİN KLASİK DÖNEMİ DEVLET VE CEMİYET ANLAYIŞI
İslam hukuk sistemini uygulayan Osmanlı Devleti,
İslam hukukunun genel prensiplerinden ortaya çıkan devlet anlayışını esas
almıştır. Osmanlı hukukunda devlet kavramı, devletin unsurları ve özellikleri
üzerinde durulmuştur. İslam hukukunun asli kaynağı Kur'an'da devlet kavramı ile
ilgili ayrıntılı bir düzenleme bulunmamaktadır. Dolayısıyla İslam hukukunun
açıkça öngörmüş olduğu bir devlet modeli söz konusu değildir. Bununla birlikte
İslam hukukçularının çoğu tarafından kabul edilen görüş İslam kurallarının bir
devlet düzenini gerektirdiğidir. Klasik dönem İslam hukukçularının devletin
unsurlarını, yönetim ve teşkilatını inceledikleri bununla birlikte devlet
kurumunu ifade edecek tek bir terim seçip kullanmadıkları görülmektedir.
SİYASET
VE CEMİYET
Yukarıda anlatılan şekliyle Kuran’dan gücünü alan
Osmanlı Devlet ve hukuk anlayışını aşağıdaki şekilde incelemek mümkündür.
1)
Devletin Ve Hükümdarın Gerekliliği
2) İdare:
A) Temel Hedef (Nizam-I
Alem)
B) Emanetlerin Ehline
Verilmesi
3)
Hukuk:
A) Adalet
B) Şeriat
C) Örf Kanuni Kadim
4)
Cemiyet
A) Yönetenler
B) Yönetilenler- reaya
1)
DEVLETİN VE HÜKÜMDARIN GEREKLİLİĞİ
İnsanlar dünyada tek başlarına yaşayamazlar.Çünkü
doğal olarak medenidirler; birlikte yaşamak üzere yaratılmışlardır.İnsanların
çok değişik ihtiyaçları vardır.Bunların hepsini tek başlarına karşılamaları
mümkün değildir.hepsinin tekbir mesleği
vardır.Bu sebeple yardımlaşma yaşam devamlılığı için esastır.Birinin
yaptıklarından diğerlerinin faydalanması gerekir ki insanlık alemi devamlılık
gösterebilsin.İşte bu gibi nedenlerle birlik ve beraberlikler
kurulmuştur.Obalar,köyler,mahalleler şehirler ve en genelinde ise devlet var
olmuştur. Bu devleti idare etmek için de bir otorite olan hükümdar var
olmuştur. Toplumların en medeni şekilde devam edebilmesi ve kaostan uzak
kalabilmesi için devlete hükümdara ve hukuka çok ihtiyacı vardır. Hiçbir millet
başıboş şeklide yaşamını devam ettiremez.
2) İDARE
A)
Temel Hedef Nizâm-ı Âlemdir.
Devlet düzeni ve padişahın vücudu kavramlarını
birlikte mütalaa etmemiz gereken bir kavram da nizâm-ı
âlem tabiridir. Dünyanın düzeni anlamındaki bu kavram ile Osmanlılar esas
itibariyle kendi ülkelerindeki kamu düzenini kastetmişlerdir. 16. Yüzyıl
sonlarından itibaren gözlemlenen değişiklikleri, bozulma ve karışıklık olarak
yorumlayan Osmanlı yazarları bu hususu “nizâm-ı âleme ihtilâl ve reâyâ ve
berâyâya infial gelmesi” biçiminde ifade ettiler.Fatih Kanun-nâmesinde saltanat
makamına geçen hanedan mensubunun “nizâm-ı âlem” için kardeşlerini
katletmesinin meşru sayılması da burada kastedilen düzenin Osmanlı ülkesinin
düzeni olduğunu açıkça gösterir. Bu kavram gerek yukarıda bahsedilen devlet(veya
mülk) ve padişahlık kurumları ile gerekse aşağıda ele alacağımız dört unsura
dayalı toplum düzeni ile birlikte değerlendirilmiştir. Dünyanın düzeninin
sağlanması açısından hükümdarın âdil olması, emanetlerin ehline verilmesi
birinci derecede önemli faktörler addedilir.
B)
Emanetlerin Ehline Verilmesi
Osmanlı yönetim felsefesinin bir başka önemli ilkesi
de emanetlerin ehline verilmesidir. Adalet ilkesi gibi emanetlerin ehline
verilmesi de evrensel bir ilkedir; bunlar aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’den kaynaklanan
ilkelerdir. Kur'an'ı Kerim'de bunların ikisiyle de alâkalı ayetler
vardır.(Mealen ‘Gerçekten Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder’ (Nisa,
4/58) Emanetin ehline verilmesi, devletin yükseliş ve gelişmesi bakımından çok
önemli bir kavramdır. Yukarıda belirtildiği üzere, padişahlığın düzenini
sağlayan temel unsurlar olarak adalet ve emanetlerin ehline verilmesini ön
plana çıkaran Bosna Akhisarlı Hasan Kâfî de, bozulmaların temelinde mansıpların
ehil olmayanlara verilmesinin yattığını belirtir.[
3)
HUKUK
Osmanlı Devleti hukuk sistemini büyük ölçüde İslam
hukukuna uygun olarak şekillendirmiştir. Dolayısıyla yukarıda İslam devletinin
özellikleri ile ilgili verdiğimiz bilgiler Osmanlı Devleti için de geçerlidir.
Ancak göz ardı edilmesi gereken önemli noktalardan biri Osmanlı Devleti'nin
özellikle devlet kurma ve yönetim alanında kendine has bir geleneğe sahip
olduğu gerçeğidir.
A)
Adalet
Osmanlı yönetim felsefesinin temel kavramlarından
biri ve belki de en önemlisi adalet kavramıdır. Tabiî bu Osmanlı'ya
özgü bir kavram değil, gelenekten alınan bir kavramdır. Bugün `Adalet mülkün
temelidir' şeklinde özellikle mahkemelerde görüyoruz ama mahkemelere has bir
özdeyiş değildir bu; bir yönetim felsefesidir. Esasen nizâm-ı âlem de
ancak adaletle sağlanabilirdi. Bu temel kavram bir daire biçiminde izah edilir.
Buna Osmanlı literatüründe `daire-i adliye' denir, yani `adalet dairesi’,
`adalet çemberi'. Adalet olursa mülkayakta durur. Bunun zıddı ise
zulümdür. Koçi bey’in de zikrettiği bir vecize bunu şöyle belirtir “Küfr ile
dünya durur, zulmile durmaz.” Yani, kafir bir devlet bile varlığını
sürdürebilir yeter ki adaletli olsun; ama zalim bir devlet Müslüman da olsa
ayakta duramaz. Özetle şu ifade edilmektedir: Adalet dünyanın kurtuluşunu
sağlar; dünya, duvarı devlet olan bir bağdır; devleti düzenleyen şeriattır;
hükümdar olmadan şeriat korunamaz; askersiz hükümdar duruma hakim olamaz; mal
olmadan hükümdar asker toplayamaz; malı toplayacak olan halktır; halkı padişaha
kul eden ise adalettir. Daha özet versiyonlarından hareketle adalet dairesinin
birbirine bağlı temel kavramlarını şöyle ifade etmek gerekir: Mülk[devlet,
egemenlik, hükümdarlık]-Asker-Hazine-Reâyâ-Adalet. Bu bağlamda, iktidar ile
adâlet arasında karşılıklı bir bağımlılık mevcuttu ve iktidarın keyfî bir
şekilde kullanılması gayrı meşru addedilirdi.
B)
Şeriat
Osmanlı Devleti'nin bir şeriat devleti olduğunu
iddia etmek, Osmanlı Devleti'ni hiç tanımamanın yanı sıra, şeriatın da ne
olduğunu hiç bilmemek demektir. Bir kere şeriat, modernlik öncesinin bir
tür "medeni kanunu" olması nedeniyle, nasıl siyaset
yapılacağına ilişkin herhangi bir kural getirmez. Bu yüzden Osmanlı Devleti de
dahil olmak üzere, çeşitli dönemlerde çeşitli Müslüman toplumlarını yöneten
devletlerin hiçbiri "şeriat devleti" değildi.
Bununla birlikte İslam tarihinde gelmiş geçmiş bütün devletlerden, İslam alimlerinin meşrulaştırıcı destekleri karşılığında, şeriatı korumaları ve toplumun şeriata göre yaşamasını sağlamaları beklenmiş; alacakları kararların da şeriata ilişkin herhangi bir kuralı ihlal etmemesi istenmiştir. Bunun sonucunda, Sünni İslam dünyasında egemen olmuş bütün devletler, devlet ideolojilerinin bir parçası olarak, bütün yaptıklarının şeriata uygun olduğunu vurgulamaya özen göstermişlerdir. Bu yüzden, iki sonuca varıyoruz. Bunların birincisi, şeyhülislamını siyasete karışmaması gerektiğinisöyleyerek uyaran Yavuz Sultan Selim örneğinden yola çıkarak vardığımız, genelde İslam dünyasında, özelde de Osmanlı İmparatorluğu'nda, şeriatla siyasetin ayrı alanlar olduklarıdır.
Bununla birlikte İslam tarihinde gelmiş geçmiş bütün devletlerden, İslam alimlerinin meşrulaştırıcı destekleri karşılığında, şeriatı korumaları ve toplumun şeriata göre yaşamasını sağlamaları beklenmiş; alacakları kararların da şeriata ilişkin herhangi bir kuralı ihlal etmemesi istenmiştir. Bunun sonucunda, Sünni İslam dünyasında egemen olmuş bütün devletler, devlet ideolojilerinin bir parçası olarak, bütün yaptıklarının şeriata uygun olduğunu vurgulamaya özen göstermişlerdir. Bu yüzden, iki sonuca varıyoruz. Bunların birincisi, şeyhülislamını siyasete karışmaması gerektiğinisöyleyerek uyaran Yavuz Sultan Selim örneğinden yola çıkarak vardığımız, genelde İslam dünyasında, özelde de Osmanlı İmparatorluğu'nda, şeriatla siyasetin ayrı alanlar olduklarıdır.
C)
Örf Ve Kanuni Kadim
Bir başka temel kavram kanun-i
kadim kavramıdır. Osmanlı yönetim sisteminde iki temel kavram çok merkezî
bir yer tutar: Şeriat ve kanun. Burada söz konusu olan kanun hükümdarın yasama
hakkının bir ürünüdür, fakat bunun kökeni geleneğe dayanır. Bir başka deyişle
bu, öteden beri, uygulanan kuralların kanunlaştırılmasıdır. Buna şartlara göre
yeni bir şekil veriliyor ama bu temelde gelenekten gelir, örften gelir. Buna da
kanun-i kadim denir ve Osmanlı literatüründe şöyle açıklanır: Kadim oldur ki ne
zaman başladığını kimse hatırlamaz.
Osmanlı sultanları geleneklere, kanun-i kadime önem
vermekle beraber şartlara göre bu gelenek ve kanunlarda değişiklikler yapmaktan
geri kalmamışlardır. 17. yüzyıl nasihat-nâme yazarlarının kanun-i kadim
kavramına gereğinden fazla ehemmiyet atfetmeleri ise sadece onların gelenekçiliğine
atfedilebilecek bir husus değildir; bu konuda yapılan bazı araştırmalarda da
dikkat çekildiği üzere, bu tutum bir ölçüde, bazı elit guruplarının kanun-i
kadimden sapılması yüzünden menfaat ve imtiyazlarının haleldâr olmasından
kaynaklanmış olmalıdır.
4)
CEMİYET
A)Yönetenler
Bunlara genel
anlamda ehli örf veya askeri zümresi adı veriliyordu.Burada bahsedilen
yönetenler padişah adına devlete hizmet edenlerdir.
B)Yönetilenler
(reaya)
Adalet kavramında reâyâya adil davranmanın devlet
düzeninin temelini teşkil ettiği yeterince vurgulanmıştır. Esasen halk padişaha
Tanrının bir emanetidir. Ancak reâyâya bakışı sadece adâlet kavramının ışığında
değil aynı zamanda erkân-ı erbaa anlayışı çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Bu açıdan bakıldığında reâyâ kendi görevi olan üretimle uğraşmalı ve yönetici
sınıfa geçmeye çalışmamalıdır; yani toplum düzenindeki yerini bilmeli ve ona
göre davranmalıdır. Bu davranış tarzı, yöneten-yönetilen ilişkisinde statüye ve
onun göstergelerine büyük önem atfeden Osmanlı siyaset anlayışına göre
giyim-kuşama da yansımalıdır.
Meselâ, Lütfi Paşa’ya göre, reâyâya
kaldıramayacağından fazla yük yüklenmemelidir; Paşa, ayrıca, reâyâdan biri
hizmetleri karşılığında sipahi veya danişmend olsa bile akrabasının yine
raiyyet kalması gerektiğini savunur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder