OSMANLIDA KALEMİYE SINIFI VE MEMURİYET
Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak yazılı kayıtlara duyulan ihtiyaç neticesinde, resmî olarak teşkilâtlanmış profesyonel kâtiplerden oluşan kalem daireleri kurulmuştur. Bu hizmet kurumlarının başlıcaları Defter-i Hâkâni, Hazine-i Âmire ve Divân-ı Hümâyun kalemleridir.
Osmanlı Devleti’nde ‘kalemler’ ismiyle bilinen kurumlar, aynı zamanda ihtiyacı olan memurları yetiştirmekteydi. Dairelere daha çok memur çocukları 10-12 yaşlarındayken devam etmeye başlar, çocuklar burada her türlü okuyup yazmayı, usul ve âdabı öğrenirlerdi. Bu çocuklara daha sonra bugünkü soyadının yerini tutan bir ‘mahlas’ verilir ve bu kişiler mahlaslarıyla çağrılırdı. ‘Şefkatî’, ‘safvetî’ gibi çeşitleri olan bu mahlasların verilmesi de bir merasime tâbiydi. Bu kalemlere hiçbir şey bilmeden başlayan genç memurlara ‘mülâzım’ veya ‘şakird’ denirdi. Mülâzımlar ev, cami veya kalemlerde yetiştiriliyordu, yeterli görülmediği taktirde ayrıca hocalar tayin edilirdi.
Medrese gibi standart bir mektebi olmayan kitâbet, zor bir meslek olarak görüldüğü için kâtiplerin temel eğitimden sonra hususî surette kendilerini yetiştirmeleri gerekirdi. Kâtiplerin öğrenmesi gereken ilim ve fenler; başta sarf, nahiv ve lûgat olmak üzere, meâni, beyan, bedii, şiir, inşa, edebiyat, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerif; atasözleri (durûb-ı emsal), terimler, tarih, coğrafya ve örfî hukuku ihtiva etmekteydi.
Şakirdlikten, çıraklığa oradan da kâtiplik kadrosuna 10-15 yıllık uzun bir sürede dâhil olunurdu. Hüküm yazabilmek için kâtiplere kadronun yanı sıra yetki mânâsına gelen ‘icazet’ verilirdi. Resmî yazışmalarda, yalnız dilin âdâb ve kaidelerine vâkıf olmak yeterli değildi. ‘Usûl-i kalem’ denen birtakım incelikleri bilmek ve bunlara uymak gerekirdi.
Kalemiye kadroları, aşağıdan yukarıya doğru mülâzım, şakird, kâtip, halife, serhalife, mübeyyiz, şerhli; mensup olduğu kalemin özelliğine göre, ilâmcı, tezkireci, rûznâmeci, kesedar gibi isimler alıyordu. Başarılı olanlar kâtip, kalem şefliği, reisü’l-küttablık, nişancılık ve hattâ sadrazamlığa kadar yükselmekteydi. Osmanlılarda bilhassa 17. yüzyıldan sonra kalemden yetişerek sadarete yükselenler bulunmaktaydı. Dirayet sahibi kâtip ve münşilerin bazen padişahlara bile yol gösterdikleri ve onları ikaz ettikleri görülürdü. Nitekim Celalzâde’nin kâtipliği sırasında Yavuz’u zaman zaman ikaz etmesi, Koçi Bey’in 4. Murad ve Sultan İbrahim’e sunduğu risalelerindeki tutumu bunu açıkça ortaya koymaktadır.
16. yüzyılın ilk yarısında, medrese eğitimi görmüş, kadılık kadrosu bulamamış veya merkez bürokrasiye intisabı daha avantajlı görülmüş kadı ve müderris adıyla anılan kâtipler de bulunmaktaydı. Bu kişiler kalem mesleğine yabancı olsalar bile ‘münşîlik’ vasfını hâiz olmaları sebebiyle tercih edilmekteydi.
Kâtiplik mesleği sadece yazı yazmaktan ibaret değildi. Devlet işlerini kâtiplikteki bürokratlar yürütürdü. Özellikle reisü’l-küttap her konuda sadrazamı bilgilendirirdi, bütün bürokratik faaliyetler onun mesuliyeti altındaydı. Eski ve yeni bütün ahitnâmeler, elçilerin bütün günlük faaliyetlerinin bilindiği ve bütün sırlarının kaydedildiği yerler, başta Divân-ı Hümâyûn kalemi olmak üzere bu kalemlerdi. Ketum olmak ve devlet sırlarını ifşa etmemek, kâtiplerin en önemli özelliklerindendi. Fakat gerileme döneminde kalemlerde gizliliğe riayet edilmediği, kalem şeflerinin yazdığı bazı lâyihalardan anlaşılmaktadır.
Bir kalem şefinin yazdığı lâyihada, ecnebilerin ve kim olduğu bilinmeyen kimselerin kalemlere giriş çıkışlarının külliyen yasaklanması ve kaleme giriş çıkışların nizama bağlanması teklif edilmektedir.
Kalemiye mesleğinde hizmet vermiş Celâlzâde de devlette gizliliğin önemine şöyle işaret etmektedir: “Bunların hakikatini vezir-i âzam, tuğra hizmetine bakan nişancı ve divân kâtibinden başka kimse bilmezdi. Saltanat sırları ve hilâfet işleri son derece korunmuş ve sağlamdı. Toplantılarda esas gâye gizli tutulurdu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder